GİZLİ BİR HAZİNE: HZ. DİHYE'TÜL KELBİ (RA)
CEBRAİL (AS) 'A BENZEYEN SAHABE
Hz. Dihye b. Halife el-Kelbi (r.a) yüzünün ve endamının güzelliği bakımından o devirde yaşayan insanların en güzeli idi. Kadınların fitnesinden korunması için Hz. Peygamber (s.a.v) çarşıda yüzü kapalı dolaşmasını istediği rivayeti vardır. Hoş tavırlı, kibar, zengin bir tacir idi. İslamiyet'ten önce de Hz. Peygamber'in dostu idi. Bir rivayete göre ortağı idi. Ticaret maksadıyla bir çok seferler yapmış ve o çevreyi ve insanlarını yakından tanımıştır.
Peygamberimizin habercilerinden biriydi. Yaptığı seyahatlerden her döndüğünde mutlaka Peyamberimize hediyeler getirirdi. Peygamberimizin de ona hediyeler verdiği bilinmektedir.
Ruhul-Beyan tefsirinde müslüman oluşu geniş olarak anlatılmaktadır. Buna göre; Peygamberimiz Kelbi'nin müslüman olmasını bilhassa arzu ediyordu. Zira onun müslüman olmasıyla eli altındaki yediyüz kişilik ehl-i beyti de müslüman olacaklardı.
Dihye'nin İslamı kabul etmeye karar vermesi üzerine Hz. Allah (c.c) vahyiyle durumu bildirdi. Ashabına "Dihye'ye teenni ile davranın" buyuran Rasulüllah (s.a.v) O içeri girince de ridasını sırtından çıkarıp Dihye'nin önüne serdi, "Şu ridanın üzerine otur!" diye işaret ettiler. Dihye bu kereme tahammül edemeyip ağladı. Ridayı alıp başına koydu. Yüzüne gözüne sürdü.
Kelime-i tevhidi huzur-u Risalet penahi'de getirdikten sonra malını ve canını ortaya koyduğunu, nasıl dilerse öyle davranacağını söyledi. Günahlarının keffaretinin ne olduğunu sordu. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) "lailahe illallah" demekle geçmiş günahlarının affedildiğini bildirdi.
Hz. Dıhye bundan sonra Peygamberimizle birlikte bütün gazalara iştirak etti. Hicret’in 7. yılında ise Bizans İmparatoru Herakliyus’a elçi olarak gönderildi.
BİZANS'A ELÇİ OLARAK GÖNDERİLMESİ
Hz. Peygamber heyetler tertip ederek komşu kabile ve devlet başkanlarına dine davet mektupları göndermiştir. Bunlardan Bizans İmparatoru Hirakl'e yazılan mektup, Dihye b. Halife tarafından hicretin yedinci yılı Muharrem'inde götürülmüştür.
Dıhye (r.a.) daha önce birkaç defa seyahate çıktığı için başka ülkelerde nasıl hareket edileceğini çok iyi biliyordu. Verilen vazifenin ehemmiyetini ve büyük bir dikkat gerektirdiğinin de şuurundaydı. Birçok insanın Müslüman olması veya İslamiyet’i reddetmesi kendisine bağlıydı. Bu sebeple ihtiyatlı hareket etmesi gerekiyordu.
Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Hz. Dıhye, hükümdarın bulunduğu Kudüs’e vardı. Kudüs halkı, hükümdarın huzuruna çıkmadan önce kendisine bazı tavsiyelerde bulundular. “Hükümdarın huzuruna çıktığında, kendisini görür görmez hemen yere kapan, izin vermedikçe de başını yerden kaldırma.” dediler.
Dıhye (r.a.), Müslüman olduktan sonra sadece Allah’a secde etmişti. Artık O’ndan başkası kim olursa olsun secde edemezdi. “Ben bunu asla yapamam! Allah’tan başkasına da secde etmem.” dedi. Böyle yapmadığı takdirde hükümdarın mektubunu almayacağını söyledilerse de, Dıhye buna kesinlikle razı olmadı. Bunun üzerine başka bir tavsiyede bulundular. “Sen mektubunu hükümdann tahtının üzerine koy. Hükümdar onu alınca mektubun sahibini çağırır.” dediler. Hz. Dıhye bunu kabul etti. “İşte, bu olur.” dedi. Denileni yaptı. Biraz sonra hükümdar mektubu aldı. Arapça olduğunu görünce tercüman çağırttı ve okuttu. Sonra da o sırada orada bulunan Ebû Süfyân’ı huzuruna çağırttı. Ona Peygamberimiz hakkında birçok sual sordu. Ebû Süfyân o sırada Müslüman olmamıştı. Fakat hükümdarın bütün sorularını doğru olarak cevaplandırdı. Kendisi bu hususta şöyle der:
“Vallahi onun hakkında bana sorulanlar hususunda söyleyeceğim yalanı arkadaşlarımın orada burada anlatmalarından korkmasaydım, muhakkak yalan söylerdim!”
Herakliyus, Peygamberimiz hakkındaki suallerine aldığı her cevaptan sonra, “Zaten peygamberler böyledir.” diyordu. Mektup gönderen zatın “son peygamber” olduğuna kesin olarak inanmıştı.
Dıhye (r.a.), Herakliyus’un kalbinin İslamiyet’e iyice ısındığını görünce ümitlendi. Onu İslamiyet’i kabul etmeye davet etti. Tebliğ usulünü iyi biliyordu. Zaten Resûlullah da onu bu liyakati için görevlendirmişti. Şöyle dedi:
“Beni sana gönderen zat, senden hayırlıdır. Sen benim sözlerimi alçak gönüllülükle dinle. Verilen öğüdü kabul et. Bunu yaparsan öğüdü anlarsın. Öğüt kabul etmezsen insaflı olmazsın.”
Sonra da, “Mesih İsâ namaz kılar mıydı?” diye sordu. Hükümdar, “Evet.” dedi. Dıhye (r.a.), “Öyle ise ben seni, Mesih’in Kendisi için namaz kılmış olduğu Allah’a imana davet ediyorum. Ben seni daha Mesih annesinden doğmadan önce gökleri ve yeri yaratıp idare etmekte olan Allah’a davet ediyorum. Ben seni, Mûsâ’nın, ondan sonra da İsâ’nın geleceğini haber verip müjdelediği ümmi Peygamber’e iman etmeye davet ediyorum. Şayet sen bu hususta bir şey biliyor, dünya ve ahiret saadetini elde etmek istiyorsan onları hatırla. Aksi takdirde ahiret saadetin elinden gider. Dünyada da şirk ve inkâr karanlığı içinde kalırsın. Şunu da iyi bil ki, Rabb’in olan Allah, diktatörleri helak edici ve nimetleri de değiştiricidir.”
Herakliyus, Peygamberimize inanıyordu. Fakat saltanatından korktuğu için imanını açıklayamıyordu. Bunu şu sözleriyle ifade etti:
“Allah senin iyiliğini versin, seni rahmetine erdirsin! Ben iyi biliyorum ki, senin yanından geldiğin kimse, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Zaten biz onun gelmesini bekleyip duruyorduk. Kitaplarımızda onun ismini ve vasıflarını yazılı bulmuştuk. Fakat ben hayatım hakkında Rumlardan korkuyorum! Eğer halkımdan emin olsaydım, her türlü güçlüğe katlanarak ona tabi olur, hizmet ederdim. Sen şimdi Dağatır’a git. O, Hıristiyan âlimlerinin büyüklerindendir. Onu da İslamiyet’e davet et.”
Zaten Peygamberimiz, Uskuf Dağatır’a da bir mektup yazmıştı. Hz. Dıhye vakit geçirmeden Dağatır’a gitti. Peygamberimizin mektubunu takdim etti. Peygamberimiz mektubunda onu İslamiyet’e davet ediyor ve şöyle diyordu:
“İman edenlere selam olsun! Şüphe yok ki, Meryem oğlu İsâ, Allah’ın Meryem’e ilka eylediği pak ve temiz kelimesidir. Ben, Allah’a, Allah tarafından bize indirilenlere, İbrâhim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, bunların torunlarına indirilenlere, Mûsâ ve İsâ’ya verilenlere ve bütün Peygamberlere Rab’leri katından verilenlere inanırım. Biz onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz. Hepsinin peygamber olduğuna inanırız. Biz Allah’ın emirlerine boyun eğen Müslüman’larız. Selam, doğru yola tabi olanlara olsun!”
Uskuf Dağatır âlim biriydi ve Bizans’ın başpatriğiydi. Kitaplarından son peygamberin çıkacağını öğrenmiş, vasıflarını okumuştu. Mektubu okur okumaz, “Allah’a yemin ederim ki, senin efendin, Allah’ın gönderdiği peygamberdir. Biz onun ismini ve vasıflarını biliyorduk.” dedi ve tereddüt göstermeden iman etti. Sonra da bir odaya geçti ve üzerindeki siyah elbiseleri çıkardı, beyaz bir elbise giydi. Artık kara elbiselerin, kara düşüncelerin yeri kalmamıştı. Öyle ise beyazlara, aydınlıklara bürünmek gerekiyordu.
Başpatrik evine kapandı ve hiç dışarı çıkmaz oldu. Dıhye de (r.a.) onu yalnız bırakmıyor, sık sık ziyaretine gidiyordu. “Uskuf Dağatır” ismindeki başpatrik, o pazar, kilisedeki âyine iştirak etmedi. Bu arada halk, başpatrikteki bu değişiklikten haberdar olmuştu.
Kızgın ve bağnaz Rumlar, başpatriğin evinin etrafını çevirdiler, hiddetle ve şiddetle bağırarak başpatriğin kendilerine hitap etmesini istediler. Ama artık Uskuf Dağatır onların başpatriği değil, Ahir Zaman Peygamberi’nin bir ümmeti olmuştu ve onun yakın dostlarından Dıhyetü’l-Kelbî ile belki de son konuşmalarını ve görüşmelerini yapmaktaydı.
Uskuf, Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) hitaben bir mektup yazmıştı. Dıhye’ye (r.a.) verdi:
“Bu mektubu al, efendimize git ve ona selamımı söyle. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Peygamber’i olduğuna şehadet ettiğimi kendisine haber ver. Ben ona iman ettim, onu tasdik ettim ve ona tabi oldum. Fakat gördüğün gibi, bu adamlar bunu inkâr ediyorlar. Bu gördüklerini de aynen efendimize anlat.”
Dışardaki kızgın kalabalık, Dağatır’ın Dıhye ile (r.a.) görüştüğünü sezmişlerdi. Şöyle bağırıyorlardı:
“Ya o çıkar ya da biz içeriye geliriz! Bu Arap geldiğinden beri biz sendeki değişikliği görüyor ve senden hoşlanmıyoruz zaten…”
Uskuf Dağatır, Dıhye’yi gönderdikten sonra, üstünde beyaz elbiseleri ve elinde âsası ile halkın huzuruna çıktı. En küçük bir pervası yoktu. Belki öldürüleceğini, şehit olacağını biliyordu. Ama artık ehemmiyeti yoktu. Çünkü Âhir Zaman Peygamberi’ne ümmet olmuştu. Halka şöyle hitap etti.
“Ey Rum cemaati! Bize Ahmed Peygamber’den bir mektup geldi. Bizi Allah’a imana davet ediyor. Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur. Ahmed de O’nun kulu ve Resûlüdür.” dedi.
Halk, yaydan fırlayan ok gibi hep birlikte onun üzerine saldırdılar. Ve o mübarek zatı şehit etmeden bırakmadılar. Bundan sonra Hz. Dıhye tekrar hükümdarın yanına gitti. Durumu haber verdi. Hükümdar, “Ben sana, hayatımız hakkında onlardan korkarız, dememiş miydim? Yemin ederim ki, Dağatır onların yanında benden daha saygı değer biriydi.” dedi. Sonra da birçok hediye vererek Hz. Dıhye’yi gönderdi.
Dıhye (r.a.), Medine’ye dönerken yolda çapulcuların saldırısına uğradı. Yanında bulunan her şeyi aldılar. Dıhye, Medine’ye elleri boş girdi. Hemen Resulullah’ın huzuruna çıktı. Olup bitenleri başından sonuna kadar nakletti. Rum hükümdarının mektubunu verdi. Peygamberimiz mektubu okudu. Sonra da şöyle buyurdu:
“O bir müddet daha saltanatta kalacaktır. Mektubum yanlarında bulundukça onların saltanatı devam edecektir.”
Saltanatının devam etmesinin bu mektuba bağlı olduğunu hükümdar da anlamış, Resûlullah’ın mektubunu atlas bir ipeğe sarıp altından bir borunun içine koyup saklamıştı. Bu mektubun saklanmasını kendinden sonra gelenlere de vasiyet etmişti. Gerçekten de öyle oldu; mektup kaybolduğunda, bu hanedan, saltanatı kaybetti.
Hz. Dıhye, bundan sonra da Resûlullah’ın hizmetinde bulunmaya devam etti. Peygamberimizin vefatından sonra Dört Halife zamanında Allah ve Resûlü uğrunda hizmet etmekten geri durmadı. Hz. Ebû Bekir zamanında Suriye Seferi’ne katıldı. Hz. Ömer zamanında Yermük Savaşı’nda bulundu. Çok büyük kahramanlıklar gösterdi. Şam’ın fethinden sonra oraya yerleşti. Hicret’in 50. yılında, Hz. Muâviye’nin hilafeti zamanında vefat etti.
İmparator Herakliyus, Dıhye’den (r.a.) sonra Peygamberimize (a.s.m.) bir mektup yazdı. İtimat edilen ve “Tenûhî” ismiyle tanınan birini Resûlullah’a (a.s.m.) gönderdi ve ona şu teklifte bulundu:
“Bu mektubu o zata götür. Sözlerini dikkatle dinle. Sana söyleyeceği üç şey hususundaki sözleri iyice aklında tut, ezberle. Bu üç şey şudur: Bana gönderdiği mektuptan bahsedecek mi? Mektubumu okuyunca geceyi hatırlayacak mı? Sırtında seni şüpheye düşürecek bir şey var mı?”
Tenûhî, hükümdarın mektubunu alarak yola koyuldu. Aylar süren yolculuktan sonra Tebük’te Resûlullah’a ulaştı. Resûlullah o sırada Ashâbıyla birlikte bir su kenarında sohbet etmekteydi. Önüne kadar gitti. Herakliyus’un mektubunu Resûlullah’a verip oraya oturdu. Resûl-i Ekrem mektubu alıp koynuna koydu. Sonra aralarında şöyle bir konuşma geçti:
“Sen kimsin?”
“Tenûhî’yim.”
“Atanız İbrâhim’in dini olan Hanif dininden misin?”
“Ben bir kavmin elçisiyim ve henüz o kavmin dinindenim. Elçisi olduğum milletin yanına dönmedikçe dinlerini de terk etmeyeceğim.”
“Tenûhî kardeşim! Allah, dilediklerini doğru yola ulaştırır. Ben sizin hükümdarınıza bir mektup yazdım. Ona cevap vermedi.”
Tenûhî, Resûlullah’ın son sözleriyle, hükümdarın sorduğu üç meseleden birisine cevap verdiğini anlamıştı. Hemen sadağından bir ok çıkararak, kılıcının kını üzerine not etti.
Resûl-i Ekrem daha sonra hükümdardan gelen mektubu koynundan çıkararak, sol tarafında oturan Muâviye’ye verip okumasını istedi. Kral mektubunda söyle demekteydi:
“Müttakiler için hazırlanmış, yeri ve göğü kaplayan büyük bir cennete beni çağırıyorsun. Peki, cehennem nerededir?”
Resûlullah buna şöyle cevap verdi:
“Fesubhânallah! Peki, gündüz olunca gece nerededir?”
Resûlullah bu sözüyle, Herakliyus’ün söylemiş olduğu ikinci meseleye de temas etmişti. Tenûhî bunu da hemen kılıcının kını üzerine yazdı.
Mektubun okunması bittikten sonra Resûlullah, Tenûhî’yi, kendisini ağırlayacak olan Hz. Osman’a teslim etti. Kalkıp giderlerken Resûl-i Ekrem (a.s.m.) elçiye seslendi: “Ey Tenûhî, buraya gel.” Resûlullah sırtındaki elbisesini çıkararak “İşte, sana sorulan buradadır.” dedi ve iki kürek kemiği arasındaki nübüvvet mührünü Tenûhî’ye gösterdi. Böylelikle, kralın sorduğu üç meseleye de Peygamberimiz (a.s.m.) cevap vermişti. Tenûhî bütün bu olup bitenleri, gidip hükümdara anlattı.
Bundan büyük bir kuvvet alan Herakliyus, Bizans’ın ileri gelenlerini Humus’taki sarayında topladı. Salonun bütün kapılarını kapattırarak şöyle konuştu:
“Rum ülkesinin ileri gelenleri! Kurtuluşa ermek, kemale ulaşmak ve sahip olduğunuz yerlerde devamlı kalmak ister misiniz? Öyle ise, gelin, bu peygambere tabi olalım.”
Bu sözleri işiten mutaassıp Rumlar âdeta hayvanlar gibi homurdanmaya ve bağrışıp çağrışmaya başladılar. Ayaklanarak kapılara koşuştular. Herakliyus mahzun, mükedder ve meyus bir şekilde, tekrar huzuruna getirilmelerini emretti. Onların nefretini görmüş, artık iman etmelerinden ümidini kesmişti. Saltanatını ve hayatını muhafaza endişesi, imanını açıklamasına mâni olmaktaydı. Tekrar toplanan Rum ileri gelenlerine şöyle dedi:
“Biraz önceki sözlerimi, sizin dininize son derece bağlı olduğunuzu anlamak için söyledim! Gördüm ki, dininize gerçekten bağlı ve ondan razısınız...”
Herakliyus bundan sonra bir daha etrafına Peygamberimizden ve İslamiyet’ten söz edemedi.
Bir mucize olarak Peygamberimiz'in elçileri gönderildikleri ülkelerin lisanlarını bellediler ve onlarla kendi dilleriyle konuştular. Bu meyanda Hz. Dihye'nin Rumca bildiği kitaplarda kaydedilmektedir.
HZ.CEBRAİL (AS) İLE BENZERLİĞİ
Cebrail (a.s) insan suretinde vahiy getirdiği zaman çoğu kez Hz. Dihye'nin suretinde gelirdi. Bu vahiy şekli Hz. Peygamber'e en kolay olanı idi. Dihyetül Kelbi hane-i saadete geldiğinde Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e de hediye getirirdi. Hatta onlar Dihye'nin ceplerini ararlardı. Bir defasında Hz. Cebrail'i Dihye sanıp ceplerini aradılar, bir şey bulamadılar. İşin nedenini Hz. Peygamber (s.a.v) açıklayınca, Cebrail (a.s)'ın Cennet'e uzanıp taze üzüm ve narı Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e ikram ettiği de rivayet edilmiştir.
Hz. Peygamber'in vefatından sonra Hz. Ebu Bekir (r.a) zamanında Suriye taraflarındaki savaşlara iştirak etti. Hz. Ömer (r.a) devrinde Şam valisi tarafından Tedmür'ün fethi ile görevlendirildi. Bu şehri İslam hudutları içine soktu. Yermuk savaşında da bulundu.
Suriye'nin fethinden sonra Şam'ın Mizze semtine yerleştiği ve orada vefat ettiği rivayet edilir. Doğum tarihi bilinmediği gibi ölüm tarihi de bilinmiyor. Ancak Hz. Muaviye devrinde vefat ettiği belirtiliyor. Bundan hareketle onun hicri 50 miladi 670 yılı dolaylarında vefat ettiği söylenebilir.
Hz.Dihye b. Halife el-Kelbi'nin Hz. Osman ve Hz. Ali devirlerindeki faaliyetleri hakkında geniş bir bilgi yoktur.
Peygamberimiz (s.a.v) "Gördüğüm kimselerden Cibril'e en fazla benzeyeni Dihyetül Kelbi'dir" buyurmuşlardır.
Rivayet ettikleri hadis sayısı beş civarındadır. (r. anh)
KABR-İ ŞERİFİ