• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/pages/Abdülkadir-Geylani-Derneği/449321835176851
  • https://twitter.com/KADRDERV
SİTE MENÜSÜ
GÖRÜNTÜLÜ MEALLİ KUR'AN-I KERİM HATMİ ŞERİFİ
NAMAZ VAKİTLERİ
Site Haritası

İMAM ALİ NAKİ (HADİ) r.a.

İMAM ALİ HÂDÎ (Nakî) (r.a)

On iki imâmdan onuncusu. 829 (H.214) senesinde Medîne'de doğdu. 868 (H.254)de Bağdât'ta, Samarra nâhiyesinde vefât etti. Nesebi, Ali Hâdî bin Muhammed Cevad bin Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım bin Câfer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Ali Zeynelâbidîn bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib'dir. Soy, ahlâk, ilim, takvâ ve şecâat bakımından zamânının en üstünü idi. Yüksek ahlâkı, örnek yaşayışı ile çok sevilip, örnek alındı. Üstünlüğünü ifâde için söylenmiş çeşitli lakapları vardır. Bunlar; Hâdî, Mütevekkil, Nâsih, Nakî, Münakkî, Murtazâ, Fakih, Emîn, Tayyîb'dir. En meşhûr lakabı Hâdî ve Nakî'dir. Künyesi Ebü'l-Hasan Askerî'dir. Samarra'nın Asker mahallesinde ikâmet ettiğinden Askerî nisbesi verilmiştir. Hazret-i Ali ile hazret-i Fâtımâ'nın evlâdından, Ehl-i beytten hazret-i Hüseyin'in torunu olup seyyiddir. Yüksek hâller sâhibi olup, devamlı ibâdetle meşgûl idi. Dünyâya hiç rağbet etmezdi. İmâmlığı, tasavvufta rehberliği yâni insanları Kur'ân-ı kerîmin mânevî hükümlerine kavuşturmak, kalplere yerleştirmek, tasavvuf hâllerine ve derecelerine ulaştırma vazîfesi otuz üç sene, altı ay, yirmi yedi gündür. Hasan-ı Askerî, Hüseyin ve Câfer adında üç oğlu ve Âişe adında bir kızı vardı. Halîfe Vâsık ve Mu'tasım zamanlarında Medîne-i münevverede ikâmet etti. Kur'ân-ı kerîm, hadîs, akâid ve fıkıh dersleri verdi.Halîfe Mütevekkil zamânında ise Bağdât'a gidip vefâtına kadar orada yaşadı.

Zamânındaki insanlar maddî veya mânevî bir sıkıntıya düşse hemen Ali Hâdî hazretlerinin huzûruna gider hâlini arzederek çâre bulup, yardımcı olmasını isterdi. Bir defâsında Samarra'dan çıkıp bir köye gitmişti. O gittikten sonra evine bir köylü gelip sordu. Bir köye gittiğini söylediler. Köylü kimse, Ali Hâdî hazretleriyle görüşmek için o köye gitti. Onu bulup huzûruna çıkınca, Ali Hâdî hazretleri köylüye;

"Ne istiyorsun derdin nedir?" dedi. Köylü;

"Kûfe'den geliyorum. Ceddiniz hazret-i Ali'yi seven ve ona muhabbet besleyen bir kimseyim. Bir zaman birinden borç para almıştım. Ancak bir türlü ödeyemedim. Bu borç yükünün altında çâresiz kaldım. Kimden yardım isteyeceğimi de bilemedim." dedi. Borcun ne kadar diye sorunca da;

"On bin dirhem kadardır." dedi. Bunun üzerine;

"Kendini üzme ve merak etme! Hadi gözün aydın; inşâallahü teâlâ borcun ödenecek!"buyurdu. Bir gece geçtikten sonra sabahleyin köylüye;

"Ey köylü kardeşim! Sana bir şey söyleyeceğim! sözümü dinle hiç îtirâz etme!" dedi. "Peki efendim hiç bir hususta size muhalefet etmeyeceğim, ne emrederseniz yapacağım." deyince, Ali Hâdî hazretleri bir kâğıd alıp, kendi eliyle köylünün borcu kadar mikdarı yazıp kendinin bu parayı ödemek üzere borçlu olduğunu kaydetti. Sonra kâğıdı verip;

"Bunu al ben Samarra'ya dönünce yanıma gel, beni büyük bir kalabalık arasında oturup konuşurken görünce getirip bana ver. Borcunu benden ısrarla iste." dedi. Köylü;

"Peki efendim dediğiniz gibi aynen yapacağım." dedi. Ali Hâdî hazretleri Samarra'ya döndükten sonra birgün sohbeti sırasında etrâfına pekçok insan toplandı. Halîfe Mütevekkil'in adamları da sohbette idiler. Sohbet sırasında kendisine yazı verilen köylü huzûra geldi. Ali Hâdî hazretlerine yaklaşıp kâğıdı gösterdi ve borcunuzu ödeyiniz diyerek ısrarla istedi. Ali Hâdî hazretleri köylüye;

"Üç gün müddet tanı, üç gün sonra gel ödeyeceğim." dedi. Köylü dönüp gitti. Sohbet sona erince, halîfenin memurları sohbet sırasında olan hâdiseyi halîfeye anlattılar. Halîfe durumu öğrenince, Ali Hâdî hazretlerine derhal otuz bin dirhem verilmesini emretti. Bu emir üzerine götürüp verdiler. O da alıp bir köşeye koydu. Bir müddet sonra köylü huzûruna gelince, otuz bin dirhemin hepsini verip;

"Bunları tamamen al!" dedi. Köylü;

"Ey Resûlullah'ın torunu! Benim talebim on bin dirhem idi. Allahü teâlâ ihsân etti, o kadarını alayım." dedi. Bunun üzerine vallahi hepsini alacaksın. Bu, Allahü teâlânın sana ihsân ettiği bir rızıktır." dedi. Köylü otuz bin dirhemin hepsini alıp gitti. Giderken kendi kendine Ali Hâdî hazretlerini medhediyordu...

Birgün İmâm-ı Hâdî hazretleri bir velîme, düğün yemeğinde idiler. Samarra ehlinden birisi boş yere konuşuyordu. Saygısızlık ediyor lâzım olan edebi göstermiyordu. Bu hal karşısında Ali Hâdî hazretleri, bir ara;

"Bu şahsın evinden acı bir haber gelip bu yemekten yiyemeyecek." buyurdular. Yemekler hazırlanınca o kimse elini yıkadı, yemeği yiyeceği sırada hizmetçi ağlayarak içeri girdi ve annen damdan düştü, koma hâlinde, çabuk ol da ölmeden göresin dedi. O şahıs yemeği yiyemeden kalkıp gitti.

Halîfe Mütevekkil'in vücûdunda büyük bir çıban çıktı. Çok ağrı ve şiddetli ateş yapıyordu. Tabîblerin hiç biri çâre bulamadılar. Hastalığı ağırlaşınca halîfenin annesi, Mütevekkil iyi olursa kendi malımdan Ali Hâdî hazretlerine çok mal göndereceğim diye adakta bulundu. Halîfe Mütevekkil'in yakınlarından Feth bin Hâkân, Ali Hâdî hazretlerinden de bir ilaç soralım deyince, birini gönderdiler. İstek üzerine bir ilaç tavsiye edip kullanmasını söyledi. Allahü teâlânın izniyle fayda verir buyurdu. Bu habere halîfenin meclisinde bulunanlar gülüştüler ve alay ettiler. Feth bin Hâkân'ın ısrârları üzerine, onun târif ettiği ilacı çıbanın üzerine koydular. Çıban yarılıp içindeki iltihap boşaldı. Halîfe iyileşti.

Mütevekkil'in iyileştiğini duyan annesi on bin altını bir keseye koyup kendi mührüyle mühürleyip Ali Hâdî hazretlerine gönderdi. Halîfe Mütevekkil iyice sıhhate kavuşunca birisi Ali Hâdî hazretlerinin evinde çok mal ve silâh olduğuna dâir halîfeye şikâyette bulundu. Mütevekkil, veziri Saîd'e gece yarısı onun evine girmesini ve orada bulduğu mal ve silâhı kendisine getirmesini emretti. Bunun üzerine Vezir Saîd şöyle anlatıyor:

"Bir merdiven götürüp dama çıktım. Pencereden içeri girdim. Karanlık idi. Ne tarafa gideceğimi şaşırdım. O sırada Ali Hâdî hazretlerinin sesini duydum.

Ey Saîd! Biraz bekle, mum getirsinler buyurdu. Mum gelince aşağıya indim. Ali Hâdî hazretleri yünden bir elbise giymiş, başında yünden bir takke, oturuyordu.

Ey Saîd! İşte odalar, ara! buyurdu. Odalara girdim. Bana söylenilen mal ve silâhları bulamadım. Fakat, halîfenin annesinin gönderdiği kese mührüyle duruyordu. Sonra;

Seccâdeye de bak buyurunca, seccâdeyi kaldırdım bir kılıç kınıyla duruyordu. Hepsini alıp halîfeye getirdim. Halîfe, annesinin mührüyle mühürlü keseyi görünce merak edip sordu. Durumu anlattılar. Bunun üzerine kendisi de bir kese koyup, keseleri ve kılıcı geri gönderdi. İmâm hazretlerinin huzûruna varıp mahçup bir şekilde;

"Efendim! İzinsiz evinize girmek bana çok zor geldi, ama emir almış idim." dedim. O zaman Şuarâ sûresinin son âyeti olan; "Allahü teâlâya şirk koşanlar ve peygamberini hicv edenler, öldükten sonra hangi yere gideceklerini bilirler." meâlindeki âyet-i kerîmesini okudular."

Halîfe Mütevekkil, Ali Hâdî hazretlerini Medîne'den Bağdât'a çağırdı. BerâberceSamarra'ya gittik. Yanımızdakiler bizi kötü ve tehlikeli bir yerde konaklattılar. Onu sevenlerden biri yanına yaklaşıp;

"Efendim bunlar senin kıymetini gizlemek ve nûrunu söndürmek istiyorlar. Bunun için böyle tehlikeli ve korkulu yerde konaklattılar." dedi. Bunun üzerine;

"Ey Sâlih bin Saîd, şöyle bir bak!" buyurup eliyle işâret etti. İşâret ettiği tarafa baktığımda, dünyâda bir benzeri olmayan, bahçeler, ırmaklar ve köşkler gördüm. Biraz sonra bu hâller kayboldu. Sonra bana buyurdu ki:

"Ey Sâlih, biz nerede olursak olalım, Allahü teâlânın nîmetleri bizimle berâberdir."

Halîfe Mütevekkil'in evinde çeşitli kuşlar bulunurdu. O kuşların sesinden içeri girenlerin sözlerini duyamaz, girenler de Mütevekkil'in dediğini anlayamazlardı. Ali Hâdî hazretleri içeri girdiği zaman kuşlar susar, çıkınca tekrar ötmeye başlarlardı.

Birgün Ali Hâdî hazretleri; halîfenin evlâdlarının birinin düğün yemeğinde bulundu. Herkes edeble oturuyordu. Fakat gencin biri çok gülünç şeyler söyleyerek edepsizlik ediyordu. Bunun üzerine Ali Hâdî hazretleri o gence;

"Ey genç çok gülüyorsun, kahkaha atıyorsun. Allahü teâlâyı hatırlamaktan gâfil oluyorsun. Halbuki üç gün sonra öleceksin. Kabre hazırlıklı mısın?" buyurdu. O genç, bu sözü duyunca, edepsizliği bıraktı. Yemekler yendi, düğün bitti. Ertesi gün genç hastalandı. Üç gün sonra da öldü.

Birgün birisi gelip, hanımının hâmile olduğunu ve doğacak çocuğunun erkek olması için duâ etmesini istedi. Bunun üzerine buyurdu ki:

"Çoğu kız vardır ki, erkek evlâdından daha hayırlıdır." Daha sonra o şahsın bir kızı dünyâya geldi. Bir başkası da gelip oğlan çocuğu olması için duâ istemişti. Ona da; "Oğlun olacak, adını Muhammed koy!" buyurdu. Onun da oğlu oldu ve ismini Muhammed koydu.

Ali Hâdî hazretleri zamânında Hindistan'dan gelen bir sihirbâz gösteriler yapıyordu. Birgün zengin biri onu çağırıp dedi ki:

"İmâm-ı Hâdî'yi mahcûb edebilirsen sana bir altın vereceğim." Sihirbâz;

"Olur yaparım, yalnız bir yemek ve yanına birkaç yufka ekmek hazırlayıp beni yanına oturtunuz." dedi.

Sihirbâzın dediği gibi yaptılar. İmâm-ı Hâdî hazretleri gelip sofraya oturdu. Bir parça ekmek almak istedi. Sihirbaz bir şeyler yaptı. Ekmek önünden uçtu. Bu iş üç defâ tekrarlandı. Sofrada bulunanlar gülmeye başladılar. Oturdukları odada bir divan yastığı üzerinde arslan resmi vardı. Ali Hâdî hazretleri o resme işâret ederek;

"Bu adamı yut!" emrini verdi.

O resim hemen canlanıp bir arslan oldu. Sıçradı sihirbâzı yuttu. Tekrar gidip resim hâlini aldı. Sihirbâz gözden kayboldu. Bu hâdise karşısında sofradakiler donup kaldılar. Sonra;

"Allahü teâlânın düşmanlarını, dostlarının üzerine musallat etmek doğru değildir." buyurdu.

Sihirbâzı bir daha gören olmadı.

AYNEN BUYURDUĞU GİBİ

Esbâtî şöyle anlatır:

"Bir defâsında Ali Hâdî hazretlerini ziyâret için Irak'tan Medîne-i münevvereye gitmiştim. Huzûruna varınca, bana halîfe Vâsık'ın hâlini sordu. Çok yakınlarındanım. İyidir, ben ayrılırken sıhhat ve âfiyette idi." dedim. Bunun üzerine;

"İnsanlar diyorlar ki; Vâsık vefât etti!" dedi. Bu sözüyle kendini kasdediyor zannettim. Bir müddet sustu sonra bana tekrar;

"İbn-i Ziyâd ne yapıyor?" dedi.

"İyidir, işi yolundadır." diye cevap verdim. Bunun üzerine onun başına bir felâket geldi. Şüphesiz Allahü teâlânın takdiri ve hükmü ne ise o olur. Ey dostlar Vâsık öldü, yerine Câfer Mütevekkil halîfe oldu. İbn-i Ziyâd da öldürüldü." dedi. Ben hayretle;

"Ne zaman efendim?" diye sordum.

"Sen ayrıldıktan altı gün sonra." dedi.Bunları söyledikten birkaç gün sonra Medîne'ye yeni halîfe Mütevekkil'in gönderdiği bir kişi geldi. Durumu ondan öğrendik. Aynen Ali Hâdî hazretlerinin işâret ettiği gibi Vâsık ölmüş, İbn-i Ziyâd da katledilmiş!"

1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.61, 1011
2) Târih-i Bağdâd; c.12, s.56
3) Nûr-ül-Ebsâr; s.164
4) El-A'lâm; c.4, s.323
5) Kâmûs-ül-A'lâm; c.4, s.2199
6) Vefeyât-ül-A'yân; c.1, s.322
7) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.128
8) Sefînet-ül-Evliyâ (Fârisî); s.29
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.97

Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin babaları, Hz.İmâm Muhammed’ül Takiyy’ül Cevâd, anneleri Seyyide Ümm’ül-Fazl diye anılan Semânet’ül-Magrıbiyye’dir. Babaları Hz.İmâm Muhammed’ül Cevâd’ın, Hak’ka vuslat ettiklerinde 7 yaşlarında idi.

Hz.İmâm’ın künyeleri “Ebül-Hasan”dır; “Ebül-Hasan-ı Sâlis” diye anılırlardı. Lâkapları “Nâsıh, Fettâh, Tayyib, Murtaza, Âlim, Fakıyh, Emin, Mü’temen, Necip, Mütevekkil, Askeri, Hâdi” ve “Nakî”dir. Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin, soyları, Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’den yürümüştür.

Hz.İmâm Muhammed’ül Takiyy’il Cevâd’ın şehâdetlerinden sonra “Ehl-i Beyt” Şîası ittifakla, oğulları Aliyy’ün Nakî’il Hâdi’nin, imâmetini kabul etmişlerdir. Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin imâmetini kabul edenler, ona uyanlar, onu Resûlullah’ın oğlu ve vârisi tanıyıp hakkında saygı gösterenler, Medine Vâlisi Abdullah bin Muhammed-i Hâşimi’nin, dikkatini çekmişti. Medine Vâlisi, hilâfet merkezince hatırının biraz daha sayılması, nüfûzunun biraz daha artması, dileklerinin öncelikle kabul edilmesi düşünceleriyle, durumu Halîfe Mütevekkil’e bildirmiş ve yazdığı yazıda; “Mekke’yle Medine sana gerekse, Ali’yi burdan aldır” demişti.

Medine Vâlisinin yazısı üzerine Halîfe Mütevekkil; Yahyâ bin Herseme’yi, Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’den habersiz evini basmak, evinde neler olduğunu anlamak üzere, kimseye duyurmadan Medine’ye gönderdi. Yahyâ bin Herseme, Medine’ye varır varmaz geceleyin adamlarıyla Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin evini bastı. Çoluk-çocuk korkup feryâda başlayınca Yahyâ bin Herseme; “Korkulacak birşey olmadığını, yalnız aldığı emre göre bir arama yapacağını” söyleyip ev halkını yatıştırdı. Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin de yardımıyla evi aradı ve evde Kur’ân nüshalarından, duâ kitaplarından başka bir şey bulamadı. Yahyâ bin Herseme, işi bir mektupla halîfe’ye bildirdi.

Mütevekkil, Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’yi devamlı göz altında bulundurmak için, Irak’a çağırdı. Halîfe Mütevekkil Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’ye gönderdiği mektupta;
“Ali oğullarının, Abbas oğullarıyla yakınlıklarından söz ediyor, kendilerine karşı dâima saygı duyduğunu bildiriyor, gelirse pek memnun olacağını, Medine Vâlisini kötü ve yalan haber vermesi yüzünden azlettiğini, yerine Muhammed bin Fazl’ı tâyin ettiğini haber veriyor, gelmeleri için istihârede bulunmalarını, karar verirlerse Yahyâ bin Herseme ile yola çıkmalarını ricâ ediyordu.”

Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî, görünüşte pek saygılı olan bu mektuptaki isteğe uymazlarsa, zorla götürüleceklerini anlamışlardı. Yol hazırlıklarını tamamlayıp, aynı yılda çoluk-çocuklarıyla Irak’a hareket ettiler.

Yahyâ bin Herseme diyor ki:
“Bağdat’a vardığımız zaman, önce Vâli İshak bin İbrahim’in yanına gittim. Bana; «Yahyâ» dedi. «Sen Mütevekkil’i tanırsın. Bu getirdiğin kişi Peygamber’in oğludur. Mütevekkil’i, onu öldürtmeye kışkırtırsan bil ki düşmanın, Resûlullah olacaktır.» Ben; «Vallâhi» dedim; «Ondan iyilikten başka bir şey görmedim; böyle bir şeyi yapmama imkân yok.» Derken Sâmırâ’ya gittim, mahiyetinde bulunduğum Türk kumandanı Vasif’in yanına vardım. O da bana hemen hemen aynı sözleri söyledi, onu da yatıştırdım; fakat ikisininde aynı fikirde oluşları beni şaşırttı.

Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’yi Bağdat’ta büyük bir törenle karşıladılar; fakat kendilerini konaklamak için bir yer hazırlanmamıştı. Hz.İmâm’ı Sâmırâ’da «Yoksullar hanı» denen bir hana indirdiler. Bu Hz.İmâm’a gösterilen ilk saygısızlıktı ve âdeta da ilk ihtardı. Sonradan kendilerine hazırlanan yere yerleştirildiler. Bir zaman sonra Mütevekkil’in, Hz.İmâm’ı ziyarete gitmesi gerekirken, bir adam gönderip görüşmek istediğini bildirdi. Hz.İmâm, Mütevekkil’in sarayına gittiler. Namaz vaktiydi, Hz.İmâm namaz vaktini geçirmemek için hemen namaza durdular. Halîfenin yanında bulunanlardan biri, halîfenin gözüne girmek için, Hz.İmâm’a; «Ne vakte dek bu mürâiliğe devam edeceksiniz?» demek cüretinde bulundu. Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî namazlarını bitirir bitirmez o adama dönüp; «Bu söylediğin söz yalansa Allah seni kökünden kessin» buyurdular. Hz.İmâm’ın sözü tamamlanır tamamlanmaz o adam, olduğu yere yıkıldı; ölüp gitti. Bu da «Ehl-i Beyt» düşmanlarına Hz.İmâm’ın ilk ihtârıydı; dilden dile de günlerce söylenip durdu.”

Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî, Sâmırâ’da kendilerine ayrılan evde ibâdetle meşgul oluyorlar, ziyaretlerine gelenlerin, sorularını cevaplandırıyorlar, Mütevekkil’le pek görüşmüyorlardı. Halîfe Mütevekkil, şaraba, zevke pek düşkündü. Mütevekkil, Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’yi meclisinde kendisine nedîm etmeyi, bunu halka duyurup kadrini, hâşâ küçültmeyi kurmuştu.

Bir gece yarısı, sarhoşken Hz.İmâm’ı sarayına çağırttı. Hz.İmâm gelince, kendisini ağırladı, yanına oturttu; kadehi doldurup Hz.İmâm’a sundu. Hz.İmâm sunulan kadehi almadı ve içmedi. Bu hareket karşısında, meclistekiler, donup kaldılar. Mütevekkil şarap kadehini dikip küstahça; “Öyleyse” dedi; “Bir şiir oku.” Hz.İmâm; “Şiir de rivâyetim az” buyurdular. Mütevekkil aşırı ısrarda bulununca şu beyitleri inşâd buyurdular:
“İnsanlar, korunmak için dağ tepelerine tırmandılar;
Yiğit kişilerdi ama o tepeler fayda etmedi onlara, yenildiler.

Yüceldiler, sonra düşürüldüler; çukurlara yerleştiler;
Ne de kötü yerlerdi onlara, yerleştikleri yerler.

Gömülüp gittiler; sonra da bir feryâd eden ardlarından bağırdı;
Nerde bilezikler, nerde taht-taç, nerde süsler-püsler?

Ne oldu o nâz-ü naîmle beslenen, bezenen yüzler;
Hani vaktiyle nâzlarla, nîmetlerle perdelenirdi o yüzler?

Kabir, bu soruya açık-seçik cevap veriyor da diyor ki;
Şimdi o yüzlerde kurtlar oynaşmada, kurtlara yem olmuş o yüzler.

Nice zamandır, yediler-içtiler, geçindiler;
Şimdi ise dünyâ onları yer-içer.

Nice zaman evlerde barındılar; oturup esenleştiler;
Şimdi ise evlerinden de ayrıldılar; ehilden-ayâlden de; geçip gittiler.

Bunca zaman hazineler yığdılar, mallar biriktirdiler;
Derken mallarını-mülklerini düşmanlarına dağıttılar, bittiler.

Evleri bomboş, içindekiler ise;
Mezarlarında yatıyorlar; göçtüler, göçtüler.”

Mütevekkil bu şiiri dinleyince, sarhoşlukla şarap kadehini yere fırlatıp şiddetle ağlamaya koyuldu; meclistekiler de ağlıyorlardı. Zevk meclisi, yas toplantısına dönmüştü. Mütevvekil, Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’den özürler diledi; Hz.İmâm’da kalkıp meclisi terkettiler.

Halîfe Mütevekkil bir gün maiyetiyle bir yere gidiyordu; Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’de bu alaya katılmıştı. Halîfenin aklına esti; “Ordu kumandaları da dahil olmak üzere, herkesin yaya gitmesini” emretti. Bu emir, Hz.İmâm’ı da yaya yürütmek, herkese onun da emrine uyduğunu göstermek içindi. Herkes bineğinden indi, Hz.İmâm da indiler. Hava pek sıcaktı; Hz.İmâm yürürlerken terliyorlar, zahmet çekiyorlardı.

Halîfe Mütevekkil’in hâciblerinden Zerâfe’nin, Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’ye inancı vardı, fakat bunu gizliyordu. Zerâfe diyor ki; “Koşup yanlarına gittim; «Seyyidim, bu azgınların yaptıklarına çok üzülüyorum»” dedim ve ellerini tuttum.

Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî bana dayandılar da; “Yâ Zerâfe” dediler; “Allah katında, Sâlih’in devesi benden üstün değil.”
Alay dağıldıktan sonra Hz.İmâm’ı bir bineğe bindirip evlerine götürdüm, ben de evime gittim. Yemek zamanıydı yemeğimizi yerken Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin sözlerini oğluma naklettim.
Oğlum Müeddeb, bu sözü duyunca, elini yemekten çekti ve Allah için şöyle dedi:
“Bu sözü duydun mu?”
Ben; “Vallâhi duydum” dedim; “Böyle söylediler.”
Oğlum Müeddeb:
“Öyleyse” dedi; “Mütevekkil’in üç günlük ömrü kaldı, üç gün sonra helâk olacak; bir olay çıkmadan malını-mülkünü korumaya bak.”
Ben;“Nerden bildin bunu” dedim.
Oğlum Müeddeb:
“Kur’ân okumadın mı?” dedi; “Kur’ân-ı Kerîm’de devenin öldürülmesi, anlatıldıktan sonra; «Yurtlarınızda üç gün oturun; bu bir vaaddir ki yalanlanamaz» (Hûd 65. Âyet) buyuruluyor. Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin sözleri mutlaka yerine gelecektir.”

Zerâfe diyor ki:
“Gerçekten de bu sözü söylediklerinden üçgün sonra Muntasar ayaklandı. Türk kumandanı Boğa ve kumandan Vasif Türk askerleriyle, Halîfe Mütevekkil’in sarayına hücum ettiler; kendisini paramparça edip yere serdiler. Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’ye; «Oğlumun sözünü» söyledim; Hz.İmâm; «Doğru demiş» ve «Daralınca, atalarımızdan bize miras kalan kalelerin, silahların, kalkanların en sağlamı bulunan; zulme uğrayanın, zulmedene okuyacağı duâyı okudum» buyurmuşlardır.”

Hz.İmâm Muhammed Taki, Abbas oğullarından El-Mu’tasım zamanında şehâdete ermişlerdi. Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî, Mu’tasım, Vâsık, Mütevekkil, Muntasar, Mustaîn ve Mu’tezz’in halîfelikleri devrinde yaşamışlardır. Bu bakımdan bu devirlere ve devirlerini temsil eden bu halîfelere dâir kısa, fakat özlü bir bakış gerekiyor.

Önce şunu söyleyelim ki; Emevi halîfeleri açıktan açığa dînin aleyhinde bulunmaktan çekinmiyorlardı. Onlar da yalan hadîs uyduranları koruyorlar, onlar da icâb edince dînî bir kisveye bürünüyorlardı; fakat zamanlarında; Felsefe, Kelâm, Ricâl bilgileri tam anlamıyla tekemmül etmemişti; çeşitli fırkalar, henüz ilmi tartışmalara girişmemişlerdi.

Ümeyye oğulları iktidarı; Hâşimi-Emevi rekabetini, Arap milliyetçiliği siyâsetine çevirmişlerdi. İnsanları yaratılış bakımından eşit sayan, inananları kardeş kabul eden; ırk, milliyet, renk, dil, soy-boy ayırımını kaldıran, yaşayışta, mal ve ganîmet bölümünde, hukukta, tam bir eşitlik esasına dayanan İslâm iktidarı; onların zamanında bir Arap saltanatı, bir soylular iktidarı haline gelmiş, halk; şerefliler, horlananlar, yaşayanlar ve sürünenler sınıflarına ayrılmıştı.

Siyâset hayatına “Ehl-i Beyt’in” intikamını almak üzere atılan Abbas oğullarına; Hor görülen toplum, Arap olmayanlar yardımcı olmuştu. Bu yüzden Abbas oğulları ilk zamanlarında, Arap milliyetçiliğinin tam aleyhinde hareket etmişlerdi.

Abbas oğulları, Hâşimilerdendi; fakat en büyük rakipleri, Hâşimilerden Ali evlâdıydı. Ümeyye oğullarının yıkımıyla, Ali evlâdının kıyâmı bitmemişti . Şiâ’nın ezici çoğunluğu, onlara bağlıydı; Abbas oğulları taraftarları, usülü tedvin ve tesbit edilmiş bir mezhebe sahip değillerdi. Bu yüzden Abbas oğulları, bazı kere Ali evlâdına taraftar görünmek, bazı kere çeşitli düzenlerle onların en üstün mümessillerini yok etmek, bazı kere Şîa’nın aleyhindeki mezheplere sarılmak yolunu tutmuşlardı. Hz.İmâm Cafer’üs Sâdık’a karşı Halîfe Mansûr’un, Hz.İmâm Mûsâ-i Kâzım’a karşı Halîfe Hârun’ür-Reşîd’in hareketleri bu yoldaydı.

Kendilerini Resûlullah’ın halîfeleri sayan, Mü’minler emiri tanıyan, zavallı halkı da buna inandırmaya zorlayan, inanmayanların seslerini, nefeslerini yok eden, Ul’ül-emr (Emre uymak) kisvesine bürünüp, kendilerine baş kaldıranların başlarını ezen, bunu ilâhi bir emir tanıtan Abbas oğulları; Zulümde, israfta, sefâhatta Ümeyye oğullarını kat kat geçmişlerdi. Halbuki emre uymak konusunda Allah Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır:

“Ey inananlar, Allah’a, Peygamber’e ve içinizden emredecek kudret ve liyâkata sahîb olanlara itâat edin. Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız birşey de ihtilâfa düştünüz mü o hususta Allah’a ve Peygamber’e mürâcaat edin; bu hareket, hem hayırlıdır hem de sonu pek güzeldir.” (Nisâ 59.âyet)

Ümeyye oğulları, bir tek yolun yolcusuydular; o da “Ehl-i Beyt” düşmanlığı. Abbas oğulları ise zamana göre yol değiştiriyorlardı. Bu devirlerde halk sürünüyordu; yiyecek bulamayan insanlar ölü eti yemekten çekinmeyecek bir haldeydiler; fakat sarayda sefâhat sürüyordu. Bu sefâhatı, halktan gelen zekâtlarla, ganimetlerle sürdürüyorlardı.

Bu ortamda bir tarafta; Basra’da ve diğer bazı yerlerde ayaklanmalar, isyânlar, boğuşma, zulüm, ölüm, zindanlarda açlıkla-susuzlukla öldürülenler ve sürünen, aç kalan, midesini kemiren insanlar bulunmaktaydı. Diğer tarafta; Mü’minler emiri adına hutbeler Ul’ül-emre itâat fetvâları ve halîfe. Bunların hepsi vardı; fakat asıl İslâm; İslâm’ın sâf, temiz, tarafsız, eşit adâleti bu yok olup gitmişti; hatta tarih sayfalarından bile yok edilmek isteniyordu bu.

Abbas oğullarının sekizinci halîfesi olan ve 8 yıl hilâfet süren Hârun oğlu Mu’tasım İbrahim Muhammed, Hicri 227. yılında ölmüş, yerine oğlu El-Vâsık Hârun geçmişti. Ölümünde sekizbin altını, oniki milyon dirhemi, sekiz oğlu ve sekiz kızı kalan Mu’tasım’ın zamanında bazı isyânlar olmuş, aleyhine kıyâm eden kardeşinin oğlu Abbas, onun hapsinde can vermişti. Mu’tasım korkunç, kan dökücü bir adamdı.

Mu’tasım’ın yerine geçen oğlu Vâsık da 5 yıl hilâfet tahtında oturduktan sonra Hicri 232. yılında öldü ve yerine kardeşi Mu’tasım’ın oğlu El-Mütevekkil Ca’fer geçti. Bu kişi, tam bir zevke düşkün, şehvete tutsak, müsrif ve sadist bir çılgındı. Yaptırmış olduğu saraylarına milyonlarca dirhem harcanmıştı.

Kardeşi Vâsık’ın ölümünden sonra onun yerine geçen ve o anda zindanda olan Mütevekkil, hilâfet makamına oturur oturmaz ilk işi; kendisini bu makama getiren Vezir Abdülmelik’i öldürtmek olmuştu. Mütevekkil’in hareketleri, içki meclislerinde yanında sakladığı akrepleri koyuvermek, husûsi bir yerde beslettiği Arslanları, Kaplanları, meclise saldırtmak, meclistekilerin korkup kaçışmalarından zevk alıp kahkahalarla gülmek de âdetlerinden biriydi.

Halîfe Mütevekkil, hattâ bir kere Hz.İmâm Aliyy’ün Naki’yi de, bu hayvanların bulunduğu yere göndermiş; fakat hayvanlar, Hz.İmâm’ın çevresinde diz çöküp hayran hayran mübârek yüzlerine bakmaya başlayınca hemen Hz.İmâm’ı oradan çıkartmış ve bunu görenlere; “Kimseye söylemeyeceklerini” şiddetle tenbih etmişti.

Halîfe Mütevekkil Hicri 247. yılında, kendilerine kötü muâmelede bulunduğu Türk kumandanı Küçük Boğa ve Vasîf tarafından gece yarısında paramparça edilerek öldürüldü.

Mütevekkil’in yerine geçen oğlu El-Muntasar, bir yıl sonra Türkler tarafından hilâfetten düşürüldü ve zehirletilerek öldürüldü. Hicri 248. yılında onun yerine geçen Mustaîn bin Mu’tasım, Hicri 252.yılında Sâmırâ’da hapsedildi ve 31 yaşında Mütevekkil’in oğlu Mu’tezz tarafından öldürüldü;fakat hilâfet makamı Mu’tezz’e de vefâ etmedi; o da hâcibi Vasîf oğlu Sâlih tarafından hamamda hapsedildi ve ağzına tuz doldurulup susuzlukla öldürüldü. Öldürüldüğünde 23 yaşındaydı.

Bütün bu olaylar yaşanırken Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî, son zamanlarına kadar kendilerine başvuran îman ve irfân susuzlarını aydınlatmışlar, hiç birisinin sorusunu cevapsız bırakmamışlardır.

Son hastalıklarında, vefâtlarından biraz önce, Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’nin yakınlarından biri olan Ebû Duâme kendilerine ziyarete gelmiş, gideceği sırada Hz.İmâm ona; “Sizin, bizim boynumuzda hakkınız var; bir hadîs rivâyet edip o hakkı ödememi, seni sevindirmemi ister misin?” buyurmuşlardı.

Karşısındaki kişiden bu soruya; “Böyle bir hadîs duymayı ne kadar da isterim” cevâbını alınca, Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî buyurdular:
“Babam Muhammed bin Ali, babası Aliyy’ür Rızâ’dan, O babası Mûsâ bin Cafer’den, O babası Cafer’üs Sâdık’tan, O babası Muhammed’ül Bâkır’dan, O babası Ali bin Hüseyin’den, O babası Ali bin Ebû Tâlib’den, rivâyet etmiştir; Resûlullah bana; «Yaz» buyurdular diyor. Hz.Ali; «Ne yazayım yâ Resûlullah» dedim. Hz.Resûlullah;«Yaz» buyurdular ve dediler ki;«Rahmân ve Rahîm olan Allah adıyla. Îman kalbleri pekiştiren, yapılan işleri, ibâdetleri, gerçekleştiren şeydir; İslâmsa, dille söylenen ve nikâhı, evlenmeyi helâl eden şey.»”

Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî:
“Bu hadîs Resûlullah’tan Atam Ali’ye yazdırdıkları hadîstir ve biz o yazılı hadîsi birbirimize armağan olarak bıraka gelmişizdir” buyurmuşlardır.

Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî’il Hâdi, Hicret’in 254. yılı (Milâdi 868) Recep ayının 3. gününde zehirlettirilerek şehit edilmiştir. İktidardaki Halîfe Mu’temid tarafından zehirlettirildiği meşhur rivâyettir. Diğer bir rivâyette; Hz.İmâm’ı, Mu’tezz’in zehirlettirdiği, yahut onun emriyle halîfe Mu’temid tarafından, zehirlettirildiği söylenmektedir.

Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî, yıkanıp tekfîn ve techîzlerinden sonra, evde cenaze namazlarını oğulları Hz.İmâm Hasan’ül Askerî kılmışlar, sonra cenaze kalabalık bir cemâatla şehirde gezdirilmiş ve daha sonra defnedilmiştir.

Hz.İmâm Aliyy’ün Nakî, Hak’ka kavuştuklarında 40 yaşlarında idi. Türbesi, Samarra-Bağdat’tadır.

Kendilerinden sonra imâmet, oğlu Hz.İmâm Hasan’ül Askerî’ye intikal etmiştir.


İmam Ali Naki (a.s) Kimdir?
Adı:
Ali (a.s).
Lakapları:
Hadi, Nakî.
Künyesi:
Üçüncü Ebu’l-Hasan.
Baba-Ana:
İmam Muhammed Takî, Semane Hatun.

Doğumu:
Hicretin 212. yılı Zilhicce ayının 15. günü Medine’de doğdu.
Döneminin Halifeleri:
Mutasım, Vasık, Mütevekkil, Muntasır, Mustain, Mu’tez.

İmameti:
34 yıl (220-254)

Şahadeti:
Hicretin 254. yılı, Recep ayının 3. günü 42 yaşında, Abbasî halifesi Mu’tez’in emri ve Mutemed-i Abbasi’nin eliyle şahadete erişti.
 

Mezarı:
Irak’ın Samerra kentindedir.

Yaşam Dönemi:
1) İmamet öncesi dönem, 8 yıl (212-220).
2) Mütevekkil’den önceki halifeler zamanındaki imamet dönemi, 12 yıl (220-232)
3) Mütevekkil (Abbasi halifelerinin onuncusu) ve ondan sonraki halifelerin 14 yıllık hilafetleri zamanındaki imamet dönemi.

Çocukları:
1- Hasan b. Ali (İmam Hasan Askeri).
2- Hüseyin (babası ile aynı kubbenin altında metfundur.)
3- Muhammed (Bağdat ile Samirra arasında Beled adındaki kasabada metfundur, türbesi şimdi ziyaretgâhtır ve “Seyyid Muhammed” diye tanınmaktadır.)
4- Cafer (Cafer-i Kezzab diye tanınmaktadır.)
5- Ayşe (İmam Hadi (a.s) tek kızıdır.)
Hz. İmam Hadi (a.s) ölünceye kadar Samirra’da on yıl ve birkaç ay kaldı ve vefat ettiği zaman kırk bir yaşındaydı.

İMAM ALİ NAKİ(AS)’IN SİRESİ

1- İmamet Özellikleri
Şeyh Mufid (r.a) diyor ki:
“Ebu Cafer (İmam Muhammed Taki -a.s-)’den sonraki İmam, oğlu Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed (İmam Hadi -a.s-) idi. Çünkü imamet özellikleri onda toplanmıştı, fazilette mükemmeldi ve ondan başka varis olan bir kimse yoktu.”
 

2- Fazilet ve Necabeti
Ubeydullah bin Yahya el-Hakan diyor ki:
“Eğer İmam Hasan Askeri (a.s)’ın babasını (İmam Hadi’yi) görmüş olsaydın, onu çok cömert, necabetli (şeref ve hasep yönünden mükemmel) ve faziletli bir kimse olarak görürdün.”

3- Yüzüğünün Nakşı
Kef’âmî diyor ki:
“İmam Hadi (a.s)’ın yüzüğünün kaşının nakşı (yazısı) şöyleydi:
“Hıfz’ul- uhud min ahlak’il- ma’bud” (Ahitleri korumak -taahhüde bağlılık- İlahî ahlaklardandır.)
Şöyle olduğunu da demişlerdir:
“Allah-u Rabbî, ve huve ismetî min halkıhi” (Allah benim Rabbimdir; O, beni yaratıklarından koruyandır.)

4- Kendisini İbadete Ataması
İbn’ul- İbâd el-Hanbelî diyor ki:
Ebu’l-Hasan Ali bin Cevad (İmam Hadî -a.s-), fakih (çok bilgin), İmam ve mütaabbid (kendisini ibadete atayan) birisiydi.”

5- Namaz Kılması
Şeyh Tusî diyor ki:
“İmam Hadi (Ali Naki -a.s-), üçüncü rekâtta “Hamd” suresiyle “Hadid” suresinin evvelinden “innehu alîmun bi-zat’is- sudur”a kadar, dördüncü rekatta ise “Hamd” suresiyle “Haşr” suresinin son kısmını okuyordu.”

6- Ey Nur!
Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki:
“Ali b. Muhammed el-Hadi (İmam Ali Naki -a.s-) duasında şöyle diyordu:
“Ey nur, ey burhan (hüccet), ey aydınlık saçan, ey aşikâr eden, ey rabbim! Beni şerlerin şerrinden ve zamanın afetinden koru ve sûra üflenecek gün kurtuluşu senden diliyorum.”

7- Ey Rabliğinde Tek Olan!
Seyyid bin Tavus diyor ki:
İmam Hadi (Ali Naki -a.s-) kunutta şu duayı okuyorlardı:
“Ey Rabliğinde tek ve vahdaniyetinde bir olan! Ey ismiyle gündüzü aydınlatan, kendisiyle nurlar nur saçan; emriyle gecenin karanlığı kararan; yağmuruyla sele benzer yağmurlar yağan (ırmaklar dolup taşan)! Ey çaresizleri çağırdığında icabet eden, korkanlar kendisine sığınan ve derken onları güvende kılan Allah…”

8- Zahitçe Yaşamı
İbn-i İmad el-Hanbelî diyor ki:
Mütevekkil’e: “İmam Hadi’nin evinde silah ve malzeme vardır, senin aleyhine ayaklanmak istiyor” dediklerinde, İmam (a.s)’ın evine saldırmalarını emretti. İmam (a.s)’ın evine girdiklerinde İmam’ın odasının kapısının kapalı olduğunu ve O’nun üzerinde yünlü bir cüppe olduğu halde namaz kıldığını ve altında bir sergi bile olmadığını gördüler.”

9- Özellikleri
İbn-i Şehraşub diyor ki:
“İmam Hadi (a.s) güzellik (sima) açısından insanların en güzeli, konuşma açısından onların en doğru konuşanı, yakından onların en tatlısı, uzaktan ise onların en mükemmeli idi. Sustuğunda vakarlık ve heybeti çoğalırdı; konuştuğunda ise azamet ve yüceliği artırdı.”

10- İhsanı, Camide Bulunması ve Dünyaya Rağbetsizliği
Yahya bin Herseme diyor ki:
“İmam Hadi (a.s), Medine halkına ihsanda bulunuyor, sürekli camide oturuyor ve dünyaya karşı rağbetsiz ve meyilsiz idi.”

11- Hz. Ali’ye Selam Göndermesi
İmam Hadi (Ali Naki –a.s-), Emir’ul-Müminin Ali (a.s)’ın kabrinin kenarında durarak şöyle derdi:
“Selam olsun sana ey Allah’ın velisi; tanıklık ediyorum ki sen, İslam’da ilk mazlum ve hakkı gasp edilen ilk şahıssın; Allah’ın rızasını ve O’nun mükâfatını kazanmak için sabrettin; nihayet yakin (ölüm) gelip sana ulaştı.”

İmam Hâdî (a.s)'ın Bazı Kerametleri  ve Gaybla İlişkisi

> Diğer Ehlibeyt İmamlarının aleyhimusselam hayatlarında olduğu gibi; Masum İmamlar sahip oldukları masumiyet ve imamet makamından dolayı Allah Teala ve gayb alemi ile özel bir ilişkiye sahiplerdi; onların da peygamberler gibi imamet makamları ve Allah Teala ile ilişkilerini teyit eden mucize ve kerametleri vardı. Gerektiğinde o yüce zevatların ilahî ilim ve güçlerinin örnekleri -Allah'ın izniyle- zuhur ediyor, izleyicilerini eğitmeye ve imanlarını güçlendirmeye neden oluyor ve yine hak üzere olduklarını gösteren apaçık bir delil ve hüccet sayılıyordu.
> Hz. İmam Hâdî aleyhisselam 'dan da tarih ve hadis kitaplarında kaydedilen bir çok keramet ve mucizeler görülmüştür; fakat onların hepsini nakletmek için müstakil bir kitaba ihtiyaç vardır; biz kısaca geçmek istediğimiz için burada örnek olarak onlardan sadece birkaçını zikretmekle yetiniyoruz:

Çocuk Yaşta İmamet ve Önderlik

> Daha önce de değindiğimiz gibi İmam Hâdî aleyhisselam değerli babasının şehadetinden sonra sekiz yaşında imamet makamına geçti; bunun kendisi de en açık keramet ve mucizelerden sayılmaktadır; çünkü sırf ilahî bir makam ve mevki olan böyle önemli bir makam ve sorumluluğu üstlenmek değil çocukların, hatta aklı başı yerinde olgun kişilerin bile taşıyacağı bir iş değildir. Şia ulema ve muhaddislerinin Ehlibeyt İmamları aleyhimusselam 'dan her birinin şehadetinden sonra çeşitli meselelerde bir sonraki imama müracaat ettikleri ve hatta onu denedikleri ve yine Aleviler ve İmamın akrabalarından olgun yaşlardaki kişilerin sürekli imamın evine gidip geldikleri ve onunla ilişki içerisinde oldukları göz önünde bulundurulduğunda Allah'ın irade ve teyidi olmaksızın ve yine masumiyet ilişkisi, ilahî ilim ve güç olmaksızın bir çocuğun bu makam ve mevkii üstlenmesi, bütün soruları doğru bir şekilde cevaplaması, sorunlar karşısında insanlara mükemmel bir önderlik etmesi imkansızdır; açıktır ki
> hatta sıradan insanlar bile küçük yaştaki normali bir çocuğu bilinçli ve aydın bir imamdan ayırabilirler.
> İmam Cevad aleyhisselam da böyle bir duruma sahipti; biz o hazretin hayatı bölümünde, ilahî imamet makamının peygamberlik gibi insana Allah tarafından verildiğini ve bunun yaşla hiçbir ilgisi olmadığını açıklamıştık.

Abbasî Halifesi "Vasık"ın Ölüm Haberini Vermek

"Hayran-i Esbatî" şöyle diyor: Irak'tan Medine'ye gidip İmam Hâdî aleyhisselam 'ın huzuruna çıktım. İmam, "Vasık'tan ne haber?" diye sordu.
> Ben, "Fedanız olayım, sağlık ve sıhhat içerisindeydi; Irak'tan daha yeni geldiğim için bu konuda diğerlerinden daha fazla bilgim var benim" dedim.
> İmam, "Halk onun öldüğünü söylüyor" buyurdu.
> İmam bunu söyleyince "halk"tan maksadının kendisi olduğunu anladım. Sonra bana, "Cafer (Mütevekkil) ne yaptı?" buyurdu.
> Ben, "Zindandaydı; durumu çok kötüydü" dedim.
> İmam, "O, halife olacak" buyurdu.
> Daha sonra, "Peki İbn-i Zeyyat ne yapıyor?" diye sordu.
> Ben, "Halk onun yanındaydı; her yerde onun emri geçiyordu" karşılığını verdim.
> Bunun üzerine, "Riyaset onun için uğursuzdur" buyurdu.
> Sonra biraz sessiz kaldı; peşinden, "Takdir ve ilahî hükümleri uygulamaktan başka bir çare yoktur; ey Hayran! Bil ki, Vasık öldü; yerine Cafer b. Mutevekkil geçti ve İbn-i Zeyyat da öldürüldü" buyurdu.
> Ben, "Fedanız olayım; ne zaman?!" diye sordum.
> İmam, "Senin oradan ayrılmandan altı gün sonra" karşılığını verdi.[1]
> Bu konuşmadan birkaç gün sonra Mütevekkil'in elçisi Medine'ye geldi ve olayın İmam Hâdî aleyhisselam 'ın buyurduğu gibi olduğunu gördük.[2]

Türkçe Konuşmak

"Ebu Haşim Caferî" şöyle diyor: Vasık'ın ordusunun kumandanı "Boğa" Arapları yakalamak için Medine'den geçtiği sırada ben de Medine'deydim. İmam Hâdî aleyhisselam bize, "Gidip, bu Türk'ün teçhizatını görelim" buyurdu.
> Bunun üzerine dışarı çıkarak bekledik. Tepeden tırnağa donanmış ordu gelip karşımızdan geçti. Türk kumandan gelince İmam onunla birkaç kelime Türkçe konuştu. Bu sohbetten sonra kumandan atından inip İmamın atının ayağını öptü.
> Ben o Türk kumandanı Allah'a ant vererek, "Sana ne dedi?" diye sordum.
> Türk kumandan, "Bu adam peygamber midir?" dedi.
> Ben, "Hayır" dedim.
> Türk kumandan, "Beni, çocukken kendi bölgemizde çağırdıkları ismimle çağırdı; oysa şimdiye kadar hiç kimse bu ismimi bilmiyordu benim" dedi.[3]

Yırtıcı Hayvanların Saygısı

Ehlisünnet ulemasından "Şey Süleyman-i Belhî-i Kunduzî" "Yenabiu'l - Mevedde" adlı kitabında şöyle yazmaktadır: Mesudî şöyle nakletmiştir: Mütevekkil'in emriyle üç tane yırtıcı hayvanı getirip sarayının bahçesine bıraktılar. Sonra İmam Hâdî'yi sarayına davet etti. İmam saray bahçesine girince sarayın kapılarını kapamalarını emretti. Fakat o yırtıcı hayvanlar İmam'ın etrafında dönüyor, ona karşı saygı gösteriyorlar, İmam da elbisesinin koluyla onları okşuyordu. İmam daha sonra Mütevekkil'in yanına çıkarak bir süre onunla konuşup aşağı indi. İmam'a saraydan çıkıp gidinceye kadar yırtıcı hayvanlar yine ona karşı aynı hareketlerini sergilediler. Daha sonra mütevekkil İmam için büyük bir hediye gönderdi.
> Mütevekkil'e, "Amcan oğlu (İmam Hâdî aleyhisselam ) yırtıcı hayvanlara böyle davrandı; sen de aynı hareketi yapsana!" dediler.
> Mütevekkil, "Siz beni öldürmek mi istiyorsunuz?!" dedi ve sonra bu olayı kimseye söylememelerini emretti.[4]

İmam Hâdî aleyhisselam 'ın Heybet ve Azameti

"Eşter Alevi" şöyle diyor: babamla birlikte Mütevekkil'in evindeydik; o zaman küçük bir çocuktum ben. Ebutaliboğulları, Abbasoğulları ve Caferoğulları'ndan bir grup da oradaydı. O sırada İmam Hâdî aleyhisselam içeri girdi. Bunun üzerine oradaki herkesi imama saygı göstermek için aşağı indiler. İmam içeri girdi. Oradaki bazıları diğer bazılarına, "Neden bu genç için bineğimizden inelim; ne bizden daha üstün ve ne de yaşı bizden fazladır; vallahi onun için bineğimizden aşağı inmeyeceğiz" dediler!
> -O sırada orada olan- "Ehlibeyt Haşim-i Caferî" dedi ki, "Hayır vallahi! Onu gördüğ
> ünüz zaman saygı göstermek için tam bir alçaklıkla ineceksiniz."
> Çok geçmeden İmam, Mütevekkil'in evinden dışarı çıktı; oradakilerin gözü İmam'a ilişince hepsi aşağı indiler. Bunun üzerine Ebu Hişam, "Aşağı inmeyeceğiz demiyor muydunuz?!" dedi.
> Onlar ise, "Vallahi bundan kendimizi alamadık ve elimizde olmaksızın aşağı indik" dediler.[5]

İçindekileri Haber Vermek ve Kabul Olunan Dua

İsfahan'da "Abdurrahman" adında bir Şii yaşıyordu. Ona, "Neden bu mezhebi seçtin ve İmam Hâdî'nin imametine inandın?" diye sorduklarında dedi ki:
> "Ondan gördüğüm bir mucize için" dedi; "Ben fakir ve yoksul bir kişiydim. Fakat güçlü bir dilim ve cesaretim olduğu için İsfahan halkı bir yıl bir konuda şikayette bulunmak için bir grupla birlikte Mütevekkil'in yanına gönderdiler. Bir gün Mütevekkil'in evinin dışındayken "Ali b. Muhammed b. Rıza"yı çağırmalarını emretti. Ben oradakilerden birine, "Halifenin çağırdığı bu adam kimdir?" diye sordum.
> Adam bana, "Alevi bir adamdır; Rafiziler onu imam bilmektedirler" dedi ve daha sonra şöyle ekledi, "Halife onu öldürmek için çağırtmış olabilir."
> Ben içimden, "Bu Alevi gelip de onu görünceye kadar yerimden hareket etmeyeceğim" dedim. Bir süre sonra bir atlının Mütevekkil'in evine doğru hareket ettiğini gördüm. Halk, ona saygı göstermek için güzargahının iki tarafında sıraya geçmiş ona bakıyordu. Gözlerim ona ilişince sevgisi kalbimi sardı ve içimden Mütevekkil'in ona bir zarar vermemesi için dua etmeye başladım. Hazret halkın arasından geçerken atının yelesine bakıyordu; sağa-sola dikkat etmiyordu. Ben sürekli ona dua ediyordum. Bana ulaşınca tüm yüzüyle bana dönerek, "Allah senin duanı kabul etti; sana uzun ömür verdi; mal ve çocuklarını artırdı, dedi.
> Bu olaya tanık olunca beni titreme tuttu ve arkadaşlarımın ortasını düşüverdim. Arkadaşlarım, "Ne oldu?" diye sordular. Ben, "Hayırdır" dedim ve başka bir şey söylemedim. İsfahan'a dönünce Allah Teala bana çok miktarda mal verdi. Bugün evimdeki mallarımın değeri binlerce dirheme ulaşmaktadır; evimin dışındakileri ise hesaba katmıyorum. On çocuğum oldu, yaşım da yetmişi geçti; ben kalbimde geçenleri bilen ve hakkımda duası kabul olan kişinin imametine inanıyorum.[6]

Komşunun Sorununu Halletmek

Samerra'da İmam Hâdî aleyhisselam 'ın komşusu olan "Yunus Nekkaş" sürekli İmamın huzuruna çıkarak hazrete hizmet ediyordu.
> Bir defasında titrer vaziyette İmam'ın huzuruna gelerek, "Efendim! Aileme iyi davranmanızı vasiyet ediyorum" dedi.
> İmam, "Bir şey mi oldu?" buyurdu.
> Yunus, "Ölüme hazırlandım" dedi!
> İmam tebessüm ederek, "Neden?" buyurdu.
> Yunus dedi ki: Musa b. Boğa -Abbasilerin güçlü kumandanlarından ve saray ricallerinden- bana, üzerine bir şey işlemem için paha biçilmez bir yüzük taşı verdi. Ben bu taşın üzerine istediği şeyi işlemek isteyince taşı ikiye bölündü. Yarın yüzük taşını ona teslim etmem gerekiyor; Musa b. Boğa bana bin kırbaç vurduracak veya öldürecektir!"
> İmam, "Evine dön; yarına kadar hayır ve iyilikten başka bir şeyle karılaşmayacaksın" buyurdu.
> Ertesi günü sabahın ilk vakitlerinde Yunus tüm vücudunu titreme sardığı halde İmamın huzuruna gelerek, "Musa b. Boğa adam göndermiş yüzüğü istiyor" dedi.
> İmam, "Onun yanına var; hayırdan başka bir şey görmeyeceksin" buyurdu.
> Yunus, "Efendim! Ona ne söyleyeyim?" diye sordu.
> İmam tebessüm ederek, "Onun yanına var ve sana verdiği haberi dinle; hayır göreceksin" buyurdu.
> Yunus gitti ve güler yüzle dönüp dedi ki: "Efendim! Onun yanına vardığımda bana, küçük kızlarım bu yüzük taşı için kavga ettiler; bunu ikiye bölebilir misin; bu iş karşısında seni zengin ederim, dedi."
> İmam Hâdî aleyhisselam Allah'a şükredip Yunus'a, "Ona ne dedin?" buyurdu.
> Ben, "İzin ver biraz düşüneyim, bakalım bu işi nasıl yapabiliriz" dedim.
> İmam, "İyi bir cevap vermişsin" buyurdu.[7]

Ebu Haşim'e Yardımcı Olmak

"Ebu Haşim-i Caferî" şöyle diyor: Bir defasında kötü bir fakirliğe düşmüştüm. İmam Hâdî aleyhisselam 'ın huzuruna çıktım. Müsaadesiyle oturduktan sonra bana, "Ey Eba Haşim!" buyurdu; "Allah'ın sana verdiği nimetlerin hangisinin şükrünü yerine getirebilirsin?"
> Ben ne diyeceğimi bilemedim; sustum. Bunun üzerine İmamın kendisi şöyle buyurdu: "Allah sana iman nasip ederek onunla vücudunu cehennem ateşinden korumuş, sana sağlık ve selametlik vermiş, kendisine itaat etmen için sana yardımcı olmuş, sana kanaat lütfederek haysiyetini korumuştur."
> Sonra şöyle devam etti: "Ey Eba Haşim! Senin, sana bu kadar nimet veren kimseden bana şikayette bulunmak istediğini sanıyorum; onun için bunları söyledim. Ben sana yüz dinar (altın) vermelerini emrettim; onu al."[8]

Vecîzelerinin Bir Kısmı
 

Hz.İmâm Ali Nakî birçok eser bırakmıştır. Bunlar üç kitap halinde toplanmıştır.
1. Cebir ve tevfiz ehline yazdığı risâle,
2. Kadılar kadısı Yahyâ’nın sorularına vermiş olduğu cevaplar,
3. Dînî ve şer’î hükümlere dâir sözleri.
Bu kitaplar bugün de rahatça istifade edilebilen büyük eserlerdir.

Her biri çok kıymetli nasîhatlar ihtivâ eden ve insanlığa ışık tutan bu sözlerden bazıları:
•  Asıl yoksulluk, nefs kötülüğüdür; şiddetli bir ümitsizliktir.
•  Bir insanın biri hakkında kötü zanda bulunması; onda bir kötülük olduğunu gerçek olarak bilmedikçe, haramdır. Aynı şekilde bir kimsenin hayırlı olduğunu gerçek olarak bilmedikçe; onun hakkında hayırlı olduğu kanâatine varmak da, aynı şekilde doğru değildir.
•  Dünya bir pazar yeri gibidir. Bir kısım insanlar o pazarda kâr ederlerken, bir kısım insanlar da ziyana uğrarlar.
•  İlim ve hikmet; tabîatı bozuk kişilerin gönüllerinde durmaz. Hayır yapan bir kişi, hayırdan daha hayırlıdır. Güzel sözü söyleyen, güzelden daha güzeldir. Âlim olan ilimden daha üstündür. Şer işleyen ise şerden de daha kötüdür.
•  Nefsi kendisine ihânet eden kişinin şerrinden emin ol.

 

İMAM ALİ NAKİ (A.S)’DAN NAKLEDİLEN HADİSLER
 
 
imam Ali Naki a.s’dan Hikmet, Nasihat, Güzel Ahlak, Takva, Zühd Hakkında Nakledilen Hadisler
İmam Ali Naki (a.s)’ın Cebir Ve Tefviz(1) Ehlinin Reddi Ve Cebirle Tefvizin Arasında Yer Alan Hadd-I Vasatın İsbatı Hakkındaki Mektubu
Bu Muhammed ibn-i Ali tarafından gönderilen bir mektuptur:
Allah'ın selam, rahmet ve bereketi  sizlerin  ve  hidayet yoluna uyanların üzerine olsun.
Mektubunuz ulaştı, zikrettiğiniz şeyleri anladım; kader bahsine dalarak dininiz hakkında ihtilafa düşmüşsünüz, bazılarınız cebre, bazılarınız ise tefvize inanmıştır. Bu mesele hakkında işiniz tefrikaya, birbirinizle ilişkiyi kesmeye ve düşmanlık etmeye kadar varmış. Nihayet bu meselenin izahı hakkında benden görüş belirtmemi istemişsiniz; bunların hepsini anlamış bulunmaktayım.
Allah size rahmet etsin, şunu bilmelisiniz ki, biz nakledilen birçok rivayet ve hadislere baktık; Allah'ı  tanıyan ve İslam'ı kabul eden bütün fırkaların elinde mevcut olan hadis ve rivayetlerin iki kısımdan ibaret olduğunu gördük. Bu hadisler ya kabul edilmesi gereken haktır veya reddedilmesi gereken batıl. Bütün ümmet, aralarında hiç bir ihtilaf olmaksızın Kur’ân'ın hak olduğunda görüş birliğindedir. Bütün fırkalar Kur’ân'ın hakkaniyeti ve doğruluğunu itiraf etmişlerdir. Resulullah salla’llâhu aleyhi ve alih şöyle buyurmuştur: "Ümmetim dalalet üzere birleşmez." Böylece ümmetin, üzerinde ittifak ettiği ve birbirleriyle ihtilaf etmedikleri her şeyin hak olduğunu bildirmiştir. Kur’ân haktır, onun Allah tarafından indirildiği ve doğruluğu hakkında ümmet arasında hiç bir ihtilaf yoktur. Öyleyse Kur’ân bir hadisi te'yid eder, ümmetten bir grup da onu inkâr etmeye kalkışırsa, Kur’ân'ın doğruluğunun herkesçe kabul edilmiş olması ilkesi hükmüyle, tereddütsüz onun doğruluğunu kabul ve ikrar etmeleri gerekir. Bu durumda, onu inkâr etmekten vazgeçmezlerse, (o zaman) dinden çıkmaya mahkum olurlar.
 Kur’ân'ın tasdik ve te'yid ettiği ve doğruluğuna Kur’ân'dan şahid gösterebileceğimiz ilk hadis, Peygamber salla'llâhu aleyhi ve alih’den nakledilen, kitaba uygun olan ve hiçbir söz onunla çelişmeyen şu hadistir; Resulullah salla'llâhu aleyhi ve alih buyurmuştur ki: "Ben sizin aranızda iki değerli şey bırakıyorum: Allah'ın kitabını ve yakınlarım olan Ehl-i Beyt'imi, bunlara sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz ve bu ikisi havuzun (Kevser'in) kenarında bana ulaşıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar."
Bu hadisin doğruluğuna delil olarak Kur’ân'da apaçık şahid bulunmaktadır. Mesela şu ayet gibi:
"Sizin veliniz, ancak Allah ve O'nun resulü, namaz kılan ve rüku halindeyken zekâtı veren mü’minlerdir. Kim Allah'ı, O'nun Resulünü ve (sözü edilen) mü'minleri veli edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır."(2)
Ehl-i Sünnet alimleri konuyla ilgili olarak rivayet etmişlerdir ki, bu ayet Emir-ül Mü’minin Ali aleyhi’s-selâm hakkında nazil olmuştur. Çünkü Hz. Ali aleyhi’s-selâm rüku halinde yüzüğünü sadaka olarak vermiş, Allah-u Teâla da mezkur ayeti nazil ederek onu övmüştür. Görüyoruz ki Resulullah salla'llâhu aleyhi ve alih de şöyle buyurmaktadır: "Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır." Yine Hz. Ali'ye buyurmuştur ki: "Senin bana nisbet mevkin Harun’un Musa’ya mevkisi gibidir. Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir." Yine buyurmuştur ki: "Ali, benim borcumu ödeyen, vaadlerime vefa eden ve benden sonra size halifemdir."
Diğer hadislerin menşe ve kaynağı olan birinci hadis sahih ve müttefik-un aleyh'tir, onlardan hiç kimse bu hadis hakkında ihtilaf etmemiştir; bu hadis, ayrıca Kur’ân’a da mutabıktır. Kur’ân ve diğer hadislerin bu hadisi te'yid ettiğine göre, ümmetin ister istemez bunu kabul edip ikrar etmesi gerekir. Çünkü bu hadislerin Kur’ân'dan açık delilleri vardır; Kur’ân onlarla muvafıktır, onlar da Kur’ân'la. Daha sonra Hz. Peygamber'den gelen bu hadislerin muhtevası, sadık olan imamlardan da gelmiş ve onları meşhur ve güvenilir bir grup nakletmişlerdir. Bundan dolayı bu hadislere her mü’min erkek ve kadının uyması gerekli ve farzdır; inat ehlinden başka hiç kimse buna karşı çıkmaz. Çünkü Ehl-i Beyt'in sözleri, Allah'ın sözlerine muttasıl (bağlı)dır. Örneğin, Allah-u Teâla Kur’ân'da şöyle buyuruyor:
"Gerçek şu ki, Allah ve Resul’ünü incitenler; Allah, onlara dünyada da ahirette de lanet etmiş ve onlar için aşağılatıcı bir azap hazırlamıştır."(3)
Bu ayetin benzerini Peygamber'in sözlerinde de görmekteyiz; buyurmuştur ki:
"Kim Ali'yi incitirse beni incitmiştir, kim beni incitirse Allah'ı incitmiştir, kim de Allah'ı incitirse, Allah'ın intikamına duçar olur."
Diğer bir hadiste de şöyle buyurmuştur:
"Kim Ali'yi severse beni sevmiştir, kim de beni severse Allah'ı sevmiştir."
Ben-i Velîâ kabilesi hakkında da şöyle buyurmuştur: "Allah ve resulünü seven, Allah ve resulünün de kendisini sevdiği kendi nefsim gibi olan birini onlara göndereceğim; Ey Ali kalk, onlara doğru hareket et."
Hayber savaşında da şöyle buyurmuştur:
"Yarın öyle bir  kişiyi   onlara göndereceğim  ki,  O, Allah'ı ve Resulünü sever; Allah ve Resulü de onu sever. O öyle bir kişidir ki, sürekli hamle eder, kaçmaz ve Allah onun eliyle fethi müyesser kılmadıkça geri dönmez."
Böylece  Peygamber salla’llâhu aleyhi ve alih,  onu (düşmanın üzerine) göndermeden önce zafer müjdesi verdi; bütün ashab acaba bu fazilet kime nasib olacak diye heyecanla bekliyordu. Ertesi gün Resulullah salla’llâhu aleyhi ve alih, Ali aleyhi’s-selâm’ı çağırıp (Yahudilerin cephesine) göndererek onu bu faziletle seçkin kıldı; ona "Kerrar, gayr-i ferrar"(4) lakabını verdi; ve "Allah ve Resul'ünü seven" birisi diye vasıflandırarak, Allah ve Resul'ünün de onu sevdiğini bildirdi.
Ben bu açıklamayı, sözkonusu mevzuyla ilgili bir delil ve cebir, tefviz ve bunların arasında yer alan hadd-ı vasat hakkında açıkla- yacağımız   şeye   bir   te'yid  olarak  zikrettim. Yardım  ve  güç  Allah'tandır ve bütün işlerimizde O'na tevekkül ediyoruz.
Biz konuya İmam Sadık aleyhi’s-selâm’ın şu hadisiyle başlıyoruz; buyurmuştur ki:
"Ne cebir doğrudur ve ne de tefviz; doğru olan bu ikisinin arasında yer alan hadd-ı vasattır. Bu ise şunlardan ibarettir: Bedenin sıhhati, yolun açık oluşu, yeterli zamanın olması ve azığın, mesela bineğin varlığı ve insanı işe yönelten sebebin (saikin) var olması."
İşte İmam Sadık aleyhi’s-selâm bütün faziletleri bu beş şeyde bir araya toplamıştır. Eğer, kulun bunların herhangi birinde noksanlığı olursa o  noksanlıktan  dolayı sorumluluk ondan kalkar. İmam Sadık aleyhi’s-selâm insanların (cebir ve tefviz hakkında) arayıp öğrenmeleri gerekli olan şeylerin esasını açıklamış, Kur’ân bunu te'yid etmiş ve Peygamber salla'llâhu aleyhi ve alih'in apaçık sözleri de ona tanıklık etmiştir. Çünkü, Peygambersalla'llâhu aleyhi ve alih ve Ehl-i Beyt'inin sözleri Kur’ân'ın sınırlarını aşmaz. Dolayısıyla eğer sahih hadisler nakledilir ve onların kanıtları Kur’an’dan araştırılır, Kur’ân’ın da onlarla muvafık ve onlara bir delil olduğu görülürse, onlara uymak farz olur.
Mektubun evvelinde zikrettiğimiz gibi, inat ehlinden başka hiç bir kimse bunu aşıp geçmez. Biz de İmam Sadık aleyhi’s-selâm’ın cebir ve tefviz arasında yer alan hadd-ı vasatı isbat edip, cebir ve tefviz akidesini reddetmekle ilgili olan bu sözü hakkında tahkik yaptığımız zaman, Kur’ân'ın bu sözün doğruluğuna tanıklık ettiğini ve onu tasdik ettiğini görüyoruz.
İmam Sadık aleyhi’s-selâm’dan, onun te'yidinde diğer bir rivayet de naklolunmuştur. İmam Sadık aleyhi’s-selâm’a: "Allah, kulları günah işlemeye mecbur mu kılmıştır?" diye sorulduğunda İmam Sadık aleyhi’s-selâm: "Allah bundan daha adildir." cevabını verdiler. "Öyleyse, işleri onlara tefviz (havale) mi etmiştir?" denildiğinde de: "Allah bundan daha muktedirdir" buyurdular.
Diğer bir hadiste de şöyle buyurmuştur:
"İnsanlar kader hakkında üç kısımdır: Bazıları işlerin onlara havale edildiğini sanırlar; bunlar, Allah'ın kudretini zayıf sayıp helak olanlardır. Bazıları Allah'ın kulları günah işlemeye mecbur ettiğini ve onları güç yetiremedikleri halde bir şeye mükellef kıldığını zannederler; bunlar da, Allah'ı hükmünde zalim bilip helak olanlardır. Bazıları da, Allah'ın, kulları güçleri kadar mükellef kıldığını ve güçlerinin haricinde olan bir şeyi onlardan istemediğini söylerler ve iyilik yaptıklarında Allah'a şükrederler, kötü iş yaptıklarında da Allah’tan mağfiret dilerler; işte bunlar olgunlaşmış müslüman-lardır.
Böylece İmam Sadık aleyhi’s-selâm haber vermiş ki: “Kim cebir ve tefvize uyar ve bunlara inanırsa hakka aykırı hareket etmiştir.”
Ben (bu beyanla), cebre inananın hataya düştüğünü, tefvizi kabul edenin de batıla duçar olduğunu izah ettim. Dolayısıyla hadd-i vasat bu ikisinin arasında yer almış oldu.
İmam aleyhi’s-selâm, daha sonra şöyle buyurmuştur:
Ben meseleyi, hakikati arayan kimsenin konuyu daha kolay kavrayabilmesi ve meselenin izahını kolayca araştırabilmesi için bu (üç çeşit) yolların her birine, Kur’ân'ın apaçık ayetlerinin doğruluğuna tanıklık ettiği ve akıllıların tasdik edeceği bazı örnekler veriyorum. Tevfik ve ismet Allah'tandır.
İnananın hatadan kurtulamayacağı cebir akidesine gelince;  bu inanç Allah-u Teâla'nın, kulları günah işlemeye mecbur kılıp, bununla birlikte onlara azap edeceğini sanan kimselerin inancıdır. Kim böyle düşünürse, Allah'ı hükmünde zalim bilmiş olur ve O'nun şu sözünü tekzip ve reddetmiştir. Çünkü Allah-u Teâla buyuruyor ki:
"Rabbin hiç bir kimseye zulmetmez."(5)
 Yine başka bir ayette cehennem ehline hitap olarak buyuruyor ki:
"Bu (azap) da, senin ellerinin önceden takdim ettiği (hazırladığı) şeydir. Hiç şüphe yok ki Allah, kulları için zulmedici değildir."(6)
Yine diğer bir ayette de şöyle buyurmaktadır:
"Şüphe yok ki Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak insanların kendileri kendilerine zulmederler."(7)
Bu konu hakkında diğer birçok ayet de mevcuttur. Öyleyse kim günah işlemeye mecbur olduğunu sanırsa, günahını Allah'ın üze-rine atmıştır ve günahkârlara ceza vermediği için Allah'a, zulüm isnad etmiştir; Allah'a zulüm isnad eden kimse ise, O'nun kitabını tekzip etmiştir ve Kur’ân'ı tekzip eden de ümmetin icmasıyla kâfirdir.
Cebir akidesinin misali şuna benzer ki; kendi nefsine ve dünya malından hiçbir şeye malik olmayan bir köleye sahip olan efendi, onun durumunu çok iyi bildiği halde para vermeksizin bir mal almak için onu pazara gönderir, köleye sahip olan efendinin kendisi de istediği malların sahiplerini razı ederek bedeli ödenmeden hiçbir kimsenin o malları almaya cüret edemeyeceğini bilir, öte yandan bu kölenin efendisi kendisini adil, insaflı, hekim ve zulüm etmeyen birisi olarak tanıttığı ve kölenin bir şeye malik olmadığını ve kendisinin de istediği şeyin bedelini ona vermediğini ve mal sahipinin de parasız ona bir şey vermeyeceğini bildiği halde köleye, alınması gereken malı alıp getirmezsen şöyle böyle yaparım diyerek tehdidde bulunur, köle de eli boş pazara gidip efendisinin emrettiği şeyi temin etmek istediğinde mal sahibinin, para vermeden hiç bir şey vermeye hazır olmadığını görerek mecburen ümitsiz ve eli boş olarak efendisinin yanına geri döner ve efendisi de bu durumdan öfkelenir ona işkence yapar.
Acaba bu durumda efendisinin, kölesinin dünya malından hiç bir şeye sahip olmadığını ve ona alınması gereken malın parasını vermediğini bildiği için adalet ve hikmeti gereği onu cezalandırmaması gerekmez mi? Eğer onu cezalandırırsa haksız yere ona zulüm yapmış olmaz mı? Sözünü ettiği adalet, insaf ve hikmetini de batıl etmiş olmaz mı? Bu durumda eğer onu cezalandırmazsa, o zaman da kendisini yalanlamış olur; çünkü, ilk önce yalan yere onu cezalandıracağını söylemişti. Bunların her ikisi de adalet ve hikmetle bağdaşmaz.
Allah-u Teâla zalimlerin söylediği sözlerden daha yücedir.
Öyleyse; cebir veya cebri gerektiren akideye inanan, Allah'ı zalim bilmiş ve O'nu zulüm ve tecavüzle suçlamıştır. Çünkü böyle bir durumda Allah mecbur kıldığı kimselere azap etmiş olur. Kim, Allah'ın kulları mecbur kıldığını (kendi iradeleri dışında işler yaptırdığını) sanırsa, Allah'a zulüm isnadında bulunmamak için mecburen, Allah, kullardan azabı kaldırmıştır demek zorunda kalacaktır. Kim de Allah'ın, günahkârları azaptan muâf kıldığını sanırsa Allah'ın vaadlerini tekzip etmiştir. Çünkü Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hayır, iş öyle değil; kim bir kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa (artık) onlar ateş ehlidirler, orada temelli kalıcıdırlar”.(8)
"Gerçek şu ki, yetimlerin  mallarını  zulümle  yiyenler, ancak ateş yerler, (o mallar, karınlarında ateştir adeta) ve onlar, alevli ateşe girecekler."(9)
"Şüphesiz ayetlerimize karşı küfre sapanları yakında ateşe sokacağız. Derileri yanıp döküldükçe, azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Şüphe yok ki Allah, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir."(10)
Bu konu hakkında başka birçok ayetler de mevcuttur. Her kim Allah'ın vaadlerini tekzip ederse, Kur’ân'ın ayetini tekzip ettiği için kâfir olur. Bu adam, Allah'ın buyurduğu şu kimselerdendir; "Yoksa siz kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında aşağılanmak; kıyamet gününde de azabın  en şiddetli olanına uğratılmaktır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.”(11)
Ama bizim akidemiz şöyledir:
Allah-u Teâla kulları, onlara verdiği güçten dolayı kendi amel ve fiillerine göre cezalandırmakta ve aynı güçle de onlara emir ve nehiy de bulunmaktadır.
Kur’ân'da şöyle buyuruluyor:
"Kim bir iyilikle gelirse, kendisine bunun on katı vardır, kim de bir kötülükle gelirse, onun mislinden başkasıyla cezalandırılmaz ve onlar haksızlığa da uğratılmazlar."(12)
"O gün bir gündür ki herkes, yaptığı her hayrı hazır bir halde karşısında bulacak, işlediği kötülükle de kendisi arasında pek uzun bir mesafe olmasını arzulayacak. Allah, sizi kendisiyle sakındırır."(13)
"Bugün (kıyamet günü) her bir nefis, kendi kazandığıyla karşılık  görür. Bugün zulüm yoktur."(14)
İşte bu apaçık kesin ayetler, cebir ve cebre inananları açık bir şekilde reddetmektedir. Kur’ân'da buna benzer çok ayetler vardır; ama konunun fazla uzamaması için onlardan, sadece bir bölümünü zikrettik. Tevfik Allah'tandır.
İmam Sadık  aleyhi’s-selâm’ın  batıl  bildiği ve ona inanan ve ona uyanları kusurlu gördüğü tefviz meslesi de şu kimsenin sözüdür ki:
''Allah-u Teâla, kendi emir ve nehyi ile işledikleri amelleri kullara devretmiş ve onları kendi iradesine bırakmıştır.'' Böyle bir sözün açıklanmasını ve üzerinde dikkatle durulmasını isteyen kimseler için, Hz. Peygamber’in Ehl-i Beytin'den olan hidayete ermiş imamların açıkladığı dakik bir nükte vardır: Onlar bu konuda şöyle buyurmuşlardır: "Eğer Allah, gerçekten teklif işini halka bırakmış olsaydı o zaman Allah'ın, halkın seçtiği her şeye rıza göstermesi ve neticede Allah’ın mükâfatına layık olmaları ve yaptıkları hiç bir cinayetten dolayı cezalandırılmamaları gerekirdi.”
Bu söz gerçekte şu iki anlamı içermektedir: Ya kullar Allah'a isyan edip kendi akide ve fikirlerini istesede istemesede zorla O’na kabul ettirmişlerdir; böyle bir iş Allah'ın kudretinin zaafı ve gevşekliğini gerektirir veya şu anlamı içerir ki: Allah-u Teâla'nın onları, istesinler veya istemesinler kendi emir ve nehiylerine itaat etmeleri için mecbur kılacak bir gücü yoktur, bu yüzden de emir ve yasaklarını ve bunların uygulanmasını onların kendi isteğine bırakmıştır; yani Allah, onları kendi iradesine itaat ettirmekten aciz olduğundan dolayı iman ve küfrü seçmekte onları yetki sahibi ve muhtar kılmıştır.
 
 
 
(1)- Bir işi birisine bırakmak; tefviz ehlinden maksat; Allah’ın, insanların işlerini kendilerine bıraktığına inanan ve tarihte Kaderiyye fırkası diye tanınan fırkadır. Cebriyye fırkası ise bunun aksine yaratıkların bütün işlerinde mecbur olduklarına inanan fırkadır.
(2) - Maide/55,56.
(3)- Ahzab/57. Peygamber'e eziyet etmek, Allah'a eziyet etmektir; Peygamber'in Ehl-i Beytine eziyet etmek de Peygamber'e eziyet etmektir.
(4)-Yani sürekli hamle eden ve düşmandan kaçmayan.
(5)- Kehf/49.
(6)- Hac/10.
(7)- Yunus/44.
(8)- Bakara/81.
(9)- Nisâ/10.
(10)- Nisâ/56.
(11)- Bakara/85.
(12)- En’âm/160.
(13)- Âl-i İmrân/30.
(14)- Mü’min/17.

 

HİKMET, ZÜHD, ÖĞÜT VE DİĞER KONULARDAKİ KISA SÖZLERİ

1- Dostlarından birine şöyle buyurdular: Filan şahsı kına ve ona: “Allah bir kulun hayrını isterse, kınandığında kabul eder.” de.

2- Mütevekkil, Allah kendisine şifa verirse çok mal sadaka vereceğine dair adak etmişti, şifa bulduğunda, alimlerden çok mal ne kadardır? diye sordu. Onlar ihtilaf edip bir neticeye varamadılar. Bunun üzerine, Mütevekkil meseleyi Hz. İmam Ali Naki aleyhi’s-selâm’dan sordu.
İmam: “Seksen dirhem vermelisin.” buyurdular. Delilini sorunca da şöyle buyurdu: Allah-u Teâla, Peygamber’e şöyle buyurmuştur: “Andolsun ki Allah size birçok yerlerde yardım etti.”[ Tövbe/25] Biz Peygamber’in düşmanla savaştığı yerleri saydık seksene ulaştı; Allah-u Teâla, bu miktarı çok saymıştır. Mütevekkil, bu cevaptan hoşnut olup seksen dirhem sadaka verdi.

3- Allah-u Teâla’nın, kulun kendisini çağırmasını istediği bazı yerler  vardır;  kim  o  yerlerde  dua  ederse,  duası  kabul edilir, Hz. Hüseyn’in haremi de o yerlerden biridir.

4- Kim Allah’tan çekinirse, ondan çekinirler. Kim Allah’a itaat ederse, ona itaat ederler. Kim yaratana itaat ederse, yaratığın gazabından korkmaz. Kim Allah’ı gazaplandırırsa, yaratığın kendisne gazap edeceğine yakin etmelidir.

5- Allah, kendi kendisini vasfettiği vasıftan başka şekilde vasfedilmez. Allah’ı vasfetmek nasıl mümkün olabilir? Oysa ki duyu organları O’nu idrak etmekten, vehimler O’na ulaşmaktan, sezgiler O’nu sınırlamaktan ve gözler O’nu kuşatmaktan acizdir. Yakın olduğu halde uzaktır, uzak olduğu halde yakın. O yaratmış, ama O nasıldır? diye sorulamaz. Mekanı varetmiştir, nerededir? denilemez. O, nitelik ve mekandan uzaktır. Tek ve yeganedir. Azameti büyük, isimleri ise kutsaldır.

6- Hasan ibn-i Mes’ud şöyle diyor: Ebu-l Hasan Ali ibn-i Muhammed ( İmam Ali Naki) aleyhi’s-selâm’ın huzuruna vardım, o gün hem parmağım yaralanmış, hem de bana bir binek çarpmış, omuzumdan bir darbe yemiştim, ayrıca kalabalık ve izdihamlı bir yere girmiştim ve elbiselerimi  yırtmıştılar. “Ey  gün, Allah, senin şerrini benden uzak kılsın; ne kadar da kötü bir günsün.” dedim.
Bunun üzerine İmam şöyle buyurdular:
“Ey Hasan, bizimle ilişkin olduğu halde sende mi (bu sözü söylüyorsun ve) kendi suçunu, suçu olmayanın boynuna atıyorsun?”
Hasan diyor ki:
“(Bu uyarıyla) aklım başıma geldi, hata yaptığımı anladım ve ey mevlam, Allah’tan, mağfiret diliyorum.” dedim.
Hazret buyurdular ki:
“Ey Hasan, günlerin suçu nedir ki amellerinizin cezasına uğradığınızda onlara sövüyorsunuz?”
“Ey Resulullah’ın torunu, ben ebedi olarak Allah’tan mağfiret diliyorum, bu benim tövbemdir.” dedim.
İmam buyurdular:
“Andolsun Allah’a ki (bu sövmelerin) size bir yararı yoktur; fakat Allah bu işle suçsuzları kötülediğiniz için sizi cezalandıracaktır. Ey Hasan, bilmiyor musun, dünyada ve ahirette mükâfatlandıran, cezalandıran ve amellerin karşılığını veren Allah’tır?
“Evet,  ey benim mevlam.” dedim.
Buyurdular ki:
“Artık bir daha tekrarlama ve günlerin Allah’ın hükmünde bir rolü olduğuna inanma.”
-”Evet, ey benim efendim” dedim.

7- Kim Allah’ın, hile ve elemli cezasından emin olursa, tekebbür eder; öyle ki, sonunda O’nun kazasına ve geçerli emrine duçar olur. Kim de, Allah tarfından açık bir delil üzere olursa, dünya musibetleri, bedeni doğranıp parça parça edilse bile ona kolay gelir.

8- Davud-u Sarmî şöyle diyor:
İmam aleyhi’s-selam  bana birçok işler emretti ve sonra buyurdu ki: “Söyle bakalım ne diyeceksin?” Ben, Hazretin buyurduğunun aynısını ezberlememiştim. Derken, İmam hazretleri hokka kalemini çıkarıp şöyle yazdılar:
“Bismillahirrahmanirrahim, inşaallah hatırlarım, iş Allah’ın elindedir.”
Bu esnada ben gülümsedim.
-”Neden gülümsediniz?” diye sordu.
-“Hayırdır” dedim.
“Söyle bakalım.” buyurdu.
Dedim ki: Canım sana feda olsun, bir hadisi hatırladım da ondan; şöyle ki bir gün ashabımızdan biri, ceddiniz Hz. Rıza aleyhi’s-selâm’dan şöyle nakletti: Hz. Rıza aleyhi’s-selâm, bir şey emrettiğinde, “Bismillahirrahmanirrahim, inşaallah hatırlarım” diye yazıyordu; ben de bu yüzden gülümsedim.
Sonra İmam buyurdular ki:
Ya Davud, eğer takıyyeyi terkeden, namazı terkeden gibidir dersem doğru söylemişimdir.

9- Hz. İmam Ali Naki aleyhi’s-selâm bir gün şöyle buyurdu: Kavun yemek cüzam doğurur.
Bir adam: “Mü’min kırk yaşından sonra delilik, cüzam ve barastan emanda değil midir?” dediğinde şöyle buyurdular: Evet öyledir, fakat mü’min de eğer kendisine güvence verenin emrinden çıkarsa, emre aykırı davranmanın cezasına çarpılmaktan amanda kalmaz.

10- Şükredenin şükrünün verdiği mutluluk, şükre sebep olan nimetin verdiği mutluluktan daha çoktur. Çünkü nimet metadır, şükrü ise hem nimettir ve hem de mükâfat.

11- Allah dünyayı musibet, ahireti ise mükâfat evi kılmıştır. Dünya musibetini, ahiret sevabının sebebi ve ahiret sevabını da, dünya musibetinin bedeli kılmıştır.

12- Yumuşak akıllı zalimin, yumuşaklığı vasıtasıyla zulmünü affettirmesi mümkün olduğu gibi, haklı sefih’in (ahmakın) akılsızlığı da, onun haklı olmasını gösteren nuru söndürebilir.

13- Sana sevgi besleyip görüş belirleyenin görüşüne uy.

14- Kendi kadrini bilmeyenin şerrinden emin olma.

15- Dünya bir pazardır, bazıları orada kazanır, bazıları ise zarar görür.
İlim ve Fazilet Ayeti İmam Hadi (as)
Hicri kameri 212 yılında böyle bir günde İmam Hadi –as- Medine’de dünyaya geldi.
İbni Sabbağ Maliki adlı müslüman düşünür ve bilgin, imam Hadi –as-ın seçkin özellikleri hakkında şunları söylüyor:
“Hadi lakaplı İmam “Ali bin Muhammed  fazilet ve ilimde şöhret olmuş biriydi. Güzel ve yumuşak ahlaklı, adil ve hayırsever biriydi. İmam Hadi –as- tıpkı bir güneş gibi fazilet ve kemal semasında parlıyordu.
Ehl-i Beyt-i Resulullah’ın uyguladıkları metotlardan biri, yetenekli insanları kendine cezbedip, onları islam ilke ve öğretilerine uygun olarak yetiştirmekti. Fakat dönemin iktidarlarının baskı ve sınırlamaları, bu ilmi ve islami çalışma biçimlerini zorlaştırıyordu. İmam Hadi –as- da 33 yıllık imameti döneminde büyük engellerle karşı karşıya geldi. Fakat yapılan baskılara rağmen ilim aşıkları, İmam Hadi’nin dupduru ve engin ilim deryasından faydalanmaya özen gösteriyorlardı. Nitekim islamın ilim tarihinde, 185 ilim ve din aliminin İmam Hadi –as- tarafından yetiştirildiği biliniyor.
İmam Hadi –as- çocuk yaşta imamet makamına ulaştı. İmam Ali bin Muhammed –as- ilim, fazilet, marifet açısından çağının en gözde bilgesiydi. İmam Hadi’nin ilmi ve irfan şöhreti islam dünyasının en ücra noktalarına bile ulaşmıştı. İmam Hadi, ilim ve marifetle yoğrulma gereğini vurguladığı halde, ilim peşindeki bilginleri gururlu davranmamaya çağırıyordu. Eğer ilimi araştırmalar yapanlar, ulaştığı bilgi ve ilimin, ilim okyanusundan bir damla olduğunun bilincine varırsa, ilmi yükseliş yoluna girebilir. Fakat ilim öğrenmeye çalışan talebe bildikleriyle gururlanır ve kibirlenirse, ilmi yükselişe geçemez ve bu alanda gelişemez. İmam Hadi –as- bu konuda şöyle buyuruyor: Bencillik ve kibir, insanı ilim öğrenmekten alıkor. Kibir insanı cahilliğe ve bilgisizliğe sürükler.
İmam Hadi –as- en iyi amelin halka hizmet ve halkı bilinçlendirip, ilim öğretmekten ibaret olduğunu belirtiyor. Bu yüzden halkın manevi ve mali ihtiyaçlarına itina etmeyen istibdad ve diktatörlüğe yönelen yönetici ve hükümdarlara karşılık, İmam’ın halkla ilişkileri sevgi, saygı ve şefkat üzerine gelişmişti. Halk da İmam Hadi’nin halkın menfaatleri ve maslahatları için çalıştığını görünce ışık kaynağı etrafında dönüp dolaşan kelebek misali İmam Hadi’nin aydınlık ekseni etrafında kümelenmişti. Hiçbir muhtaç ve dertli insan İmam Hadi’nin kapısından eli boş dönmezdi. İmam Hadi’nin halkın üzerindeki manevi etkinliği ve yüksek itibarı, Abbasi halifesi Mütevekkil’i derinden endişelendirdi. Çünkü Mütevekkil, halkın yönetimi ile değil, Ehl-i Beyt imamlarıyla gönül bağları bulunduğunun bilincindeydi. Bu yüzden bir gün gelir ve halk zalim ve dikta yönetime karşı kıyam eder diye korkuyordu.
Medine şehrinin valisi olan Berihe Abbasi, Halife Mütevekkil’e gidip İmam Hadi’yi kötülemeye başladı. Vali ayrıca, halife Mütevekkil’e mektup yazarak şunları kaydetti:
Eğer Mekke ve Medine’ye egemen olmak istiyorsan, Ali bin Muhammedi bu iki kentten uzaklaştır. Çünkü o halkı derinden etkileyip, gönlünü kazanıyor. Bir çok kimse de bunun müridi olmuş bulunuyor. Bu sinsi ve karanlık tavsiyeler üzerine, gasıp halife Mütevekkil, İmam Hadi’yi –as- Abbasilerin hilafet merkezi olan Samera’ya sürgün etti. İmam Hadi sürgün edildiği sırada Medine valisi Berihe Abbasi küstahça İmam Hadi’yi tehdit edip şunları söyledi:
Senin  sürgün edilmene benim sebep olduğumu biliyorsun. Eğer bana karşı Mütevekkil’e şikayet edersen, mal ve mülkünü müsadere eder, dostlarını  da öldürürüm. Fakat İmam Hadi –as- Berihe’ye anlamlı bakışları ve davranışlarıyla ona karşı serzenişte bulundu. Berihe İmam Hadi’nin azametli şahsiyeti karşısında erir gibi oldu. Nihayet İmam Hadi Medine valisine şöyle buyurdu:
Seni Allah nezdinde şikayet ettim. Çünkü Allah’ın kullarına seni şikayet etmeyeceğim.
Berihe bu sözleri duyunca pişman olup İmam’dan aff diledi ve İmam Hadi (as) de kerametli ve cömert bir şekilde Berihe için dua edip, onu affetti.
İmam Hadi –as- Samerra şehrinde sıkı bir askeri ve güvenlik güçlerinin denetimi altında tutuldu. Mütevekkil İmam’ın halkla ilişkilerinin kesildiğini, artık o hazretin cazibeli şahsiyetinden etkilenmeyeceklerini sanıyordu. Fakat Halife, din önderlerinin halktan soyutlansalar bile Nur saçtıklarından ve güneş gibi hayat ve adaleti canlı tuttuklarından gafildi. Nitekim Mütevekkil’in yaptıkları, halkı bir an olsun İmam Hadi –as-’dan soğutamadı ve gönül bağlarını koparamadı. İmam Hadi-as- da gözlerden uzakken bile özel tedbirler geliştirip, dini ihya etmeye ve halkın zulüm ve diktatörlük karşıtı mücadele ilke ve üsslerini geliştirmeye özen gösterdi.
Çünkü İmam Hadi –as- zulüm, zalim ve istibdadla mücadelenin asıl şartının düşmanının özelliklerini tanımak ve islami bilincin derinlemesine geliştirilmesinden ibaret olduğunun bilincindeydi. İmam Hadi’nin mücadele ettiği boyutlardan biri, batıl ve hurafi gelenekler, cahili inanç ve davranış biçimleriydi. İmam Hadi’nin –as- yakın dost ve talebelerinden Hasan bin Mesut şöyle diyor:
Bir gün işbaşına gitmeye hazırlanırken elim yaralandı. Daha sonra sokakta yürürken bir suvari bana çarptı ve omuzum darbe aldı. Kalabalık bir yerden geçtiğimde elbiselerim yırtıldı. Yaşadığım bu peşpeşe olaylardan sonra büyük bir endişe duyup, İmam Hadi’ye –as- vardım ve “Allahım, beni bu günün şerrinden kurtar. Çok şom ve şirretli gündür”dedim.
İmam Hadi bu sözü duyunca rahatsız olup şöyle buyurdu:
Ey Hasan, günün ne suçu var, kötü bir davranış biçimiyle karşılaştığınızda niçin günü şom olarak addediyorsunuz. Hata’ya düştüğün günleri olayların vuku bulmasından dolayı suçlama ve onlara bir rol atfetme. İmam Hadi –as- müslümanları, paklık, temizlik ve süslenmeye çağırıp şöyle buyurdu:
Allah güzelliği ve temizliği sever. Mümin için düzensizlik, kirlilik ve laubaliliği sevmez. Allah kullarının ilahi nimetlerden faydalanmasını ister.
İmam Hadi’ye –as- Allah’ın kulları ilahi nimetleri nasıl gözler önüne sermelidir diye sorulduğunda şöyle buyurdu:
İnsan temiz elbise giymeli,güzel kokular sürmeli ve evini temiz tutmalıdır.
Münakaşa yapmak, büyüklük taslamak, boş yere mantıksız söz ve davranışlar üzerinde ısrarcı olmak, büyük toplumsal zararlara yol açar. İmam Hadi –as- da nur dolu kelamıyla şöyle buyuruyor:
Cedelleşme, eski dostlukları bozar, kini yaygınlaştırır. Cedelleşmenin en ufak belirtisi büyüklük taslamaktır. Kibirli ve bencil davranmak ayrılığın temelidir.
İmam Hadi –as- bilinçli davranmak ve işleri dirayetli bir şekilde gerçekleştirmek konusunda şöyle buyuruyor:
Kim ki haklı olup da ahmakça davranırsa, ahmakça davranışından ötürü onun hakkaniyet nuru sönebilir

 

 

 

 

 

 

Üyelik Girişi
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi6
Bugün Toplam212
Toplam Ziyaret1337786
Hava Durumu
Saat
Takvim