İMAM MUSA KAZIM (R.A.)
Eshâb-ı kirâmın sohbetinde bulunmakla şereflenen Tâbiîn devrinin yüksek âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. Oniki imâmın yedincisidir. Ca'fer-i Sâdık'ın oğlu, İmâm-ı Ali Rızâ'nın babasıdır. Resûlullah efendimizin torunu olup, hazret-i Ali ile hazret-i Fâtıma'nın evlâtlarındandır. Hazret-i Hüseyin'in çocuklarından olduğu için "seyyid"dir. Asıl adı, Mûsâ bin Ca'fer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Ali Zeynel'âbidîn bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib'dir. Künyesi, "Ebül-Hasan" ve "Ebû İbrâhîm”dir. Kâzım, Sabır, Sâlih, Emin... gibi birçok lâkabları vardır. En meşhûru "Kâzım"dır. Hilminin (yumuşaklığının) çokluğundan, kendisine kötülük yapanlara dahi kızmayıp bağışladığından, gazabına hâkim olduğundan "Kâzım" lakabı verilmiştir.
İmamlığı yirmibeş sene üç ay sürmüştür. Erkek çocukları, Ali Rızâ, Zeyd, İbrâhîm, Ukayl, Hârûn, Hasan, Hüseyin, Abdullah Ekber, Abdullah Asgar, Muhammed, Ahmed, Ca'fer, Yahyâ, İshâk, Abbâs, Ebül-Kâsım, Hamza, Abdurrahman Kâsım, Ca'fer-i Ekber, Cafer-i Asgardır. Kızları ise onsekizdir. Her biri zamanının en çok ibâdet edenleri ve kerîmeleri idiler.
Annesi câriye idi. Adı, "Humeyde-i Berberiyye"dir. Mekke ile Medine arasında bulunan "Ebvâ" denilen yerde, 128 (m. 745) senesi Safer ayının yirmiüçüncü Pazar günü doğmuştur. 186 (m. 802) senesinde, Bağdâd'ta hapishanede iken vefât etti. Bağdâd'ın on kilometre kuzeybatısında "Kâzımıyye" mahallesinde defin olunmuştur. Bu mahalle Dicle nehrinden beş kilometre içerdedir. Büyük ve çok süslü bir türbesi ve hemen yanında büyük bir câmi vardır. Müslümanların en çok ziyâret ettiği türbelerden biridir, İmâm-ı a'zam hazretlerinin türbesi de Dicle kenarındadır.";
Mûsâ Kâzım hazretleri yüksek bir âlim ve büyük bir evliyâdır. Din bilgilerinde ictihâd derecesine yükselmişti. Her ilimde imâm, üstâd, büyük bir rehberdi. Çok ibâdet ederdi. Geceyi hep namazla geçirirdi. Bu hâllerinden dolayı, kendisine "Sâlih kul" adını vermişlerdi. Tasavvuf ilminde, ehl-i sünnetin gözbebeğidir. Bu ilme ait ma'rifetleri, isteyen müslümanların kalblerine akıtan bir kaynaktır. Resûlullah efendimiz üç vazifesinden biri de, tasavvuf ma'rifetlerini bilgilerini öğretmek ve kalblere yerleştirmekti. Bu vazifeyi; kendisinden sonra dört halifesi tam olarak yerine getirdiler. Dört halifeden sonra İslâmiyet her yere yayılmış ve müslümanların sayısı çoğalmıştı. İslâm âlimleri, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" vazifelerini yerine getirmekte aralarında vazife taksimi yaptılar. Kelâm (akâid, îmân) bilgilerini "Mütekel-limîn" adı verilen âlimler yaydılar, öğrettiler. Fıkıh ya'nî amel, ibâdetleri ve işleri öğreten âlimlere "Fukahâ" denildi. Tasavvuf bilgilerini de oniki imâm ve diğer tasavvuf âlimleri öğretip kalblere akıttılar. Oniki imâmın her biri, ehl-i sünnet i'tikâdındaki müslümanların gözbebeği olmuştur. Onları ve bu aileye mensûb olanların hepsini sevmeyi, dünyâ ve âhıret se'âdetlerinin sermâyesi bilmişlerdir.
Mûsâ Kâzım hazretleri, hadîs-i şerîf ilminde sika (güvenilir) bir râvidir. Büyük bir hadîs imamıdır. Oğulları Ali Rızâ ve İbrâhîm, İsmâil, Hüseyin ile kardeşleri Ali ve Muhammed, O'ndan hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Resûlullaha kadar varan bir rivâyet ile bildirdiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
"Yemekten önce el yıkamak, fakîrliği yok eder. Yemekten sonra yıkamak da, üzüntüyü giderir..."
Mûsâ Kâzım hazretlerinin yaşadığı devirde, Ehl-i beytten olanlara maalesef birçok haksızlıklar yapılmıştır. Zamanın sultanları tarafından birkaç kerre hapse atılmış ve hapiste iken vefât etmiştir. Halbuki dünyâya düşkün değildi. Zühd ve takvası çoktu. Affı ve ihsanı, kerem ve cömertliği ile meşhûrdur. Medî-ne-i münevverede otururdu. Siyâsete hiç karışmadığı halde Abbasî halifelerinden Muhammed Mehdî kendisini Medine'den Bağdâd'a getirterek hapsetmiş, bir müddet sonra hazret-i Ali'yi rü'yâsında görüp, kendisine Kur'ân-ı kerîmde Muhammed sûresindeki 22. âyet-i kerîmeyi okuyarak, (Ey Muhammed demek ki, idareyi ele alırsanız, hemen yeryüzünde fesat çıkaracak ve akrabalık bağlarını kesip atacaksınız) hitâb ettiğinden, hemen Mûsâ Kâzım'ı (r.a.) hapisten çıkararak, kendisine ve evlâtlarına karşı isyan etmeyeceğine yemin etmesini teklif etmiş, İmâm-ı Mûsâ Kâzım da, "Bu işi asla yapmam ve şânıma da yakıştırmam" buyurunca, ddğru söylediğini tasdîk etmiş ve bu teminatın üzerine, Medine'ye dönmesine izin vermişti. Sonra halife Hârûn Reşîd, 179 (m. 795) yılında Umre'den dönerken, Medine'ye uğramış, İmâm hazretlerini yanına alıp Bağdâd'a getirmiştir. Ardı arkası kesilmeyen hadîslerin yatışması sona erdirilmesi düşüncesi ile O'nu tekrar hapsettirmiştir. "Bağdâd Târihi" kitabının yazarı Hatîb'in rivâyetine göre, ölünceye kadar hapiste tutmuştur. Diğer bir rivâyete göre, Hârûn Reşîd de gördüğü korkulu bir rü'yâ üzerine, O'nu hapishaneden çıkarıp, Medine'ye göndermişti. Ancak Bağdâd'ta vefât etmiş olması, Hatîb'in rivâyetini kuvvetlendirmektedir. Hattâ zehirletilerek vefât ettiği de rivâyet olunur. Yedi sene zindanda kaldı.
Hasiphânede iken Hârûn Reşîd'e yazdığı mektûbta şöyle dedi: "Benden belâ ve musîbet son bulmıyacak, buna karşılık, sen de dâima rahat ve genişlik içerisinde olacaksın. Yalnız şunu unutma ki, sonu gelmiyen âhırete sen de, ben de gideceğiz."
Yahyâ bin Hâlid Bermekî tarafından hurma içinde zehir verilerek öldürüldüğü rivâyet olunmaktadır. Zehir verildiği gün Mûsâ Kâzım hazretleri, "Bana bugün zehir verdiler. Yarın vücûdum sararacak, sonra yarısı kızaracaktır. Ertesi gün de siyah olacaktır. O zaman vefât ederim" buyurmuştur. Dedikleri aynen olmuştur.
Mûsâ Kâzım'ın (r.a.) hayatı, fazîletlerle, üstünlüklerle dolu, sevdiklerine ibret veren ve yol gösteren kerâmet ve menkıbeleri çoktur. Ruhlara gıda olan sözleri o kadar çoktur ki, ba'zıları kitaplara geçirilmiş, ba'zıları da dilden dile, gönülden gönüle akıp gelmiştir.
O'nu seven ve O'ndan istifâde eden âlimlerden Şakîk-i Belhî "kuddise sirruh" şöyle anlatıyor:
"Hacca gidiyordum. Fâriziyye'ye vardım, orada, güzel yüzlü, buğday benizli, yün elbiseli, başı sarıklı ve ayağında nalını bulunan bir genç gördüm. İnsanlardan ayrı bir yerde yalnız oturuyordu. Kendi kendime, "Bunun tasavvuf talebesinden olması lâzımdır, bu yolda müslümanlardan ayrı duruyor, gidip biraz ağır konuşayım da bu işten vaz geçsin" dedim. Yanına yaklaşınca, bana: "Ey Şakîk" diye hitâb ederek, "Zandan çok sakınınız, zira ba'zı zanlar günâhdır" Hucurât sûresi 12. âyet-i kerîmesini o-kudu. Bir tarafa doğru gitti. Kendi kendime, "Bu bir sâlih kişi olmalı, adımı ve kalbimdekini bildi" dedim. Arkasından, helâllaşayım diye gittim. Ne kadar hızlı yürüdüysem yine yetişemedim. Başka bir konak yerinde onu yine gördüm. Namaz kılıyordu. Bütün a'zâları titriyor, gözlerinden yaşlar akıyordu. Namazını bitirsin de helâllaşayım dedim. Namazını bitirdi. Yanına yaklaştım. Bana, "Ey Şakîk" diyerek; "Ben tövbe eden, îmân edip sâlih ameller işleyen ve sonra doğru yolu bulan kimseleri elbette af ederim" Taha sûresi 82. âyet-i kerîmesini okudu. Beni bırakıp uzaklaştı. Kendi kendime, "Bu genç yüksek bir evliyâ olmalı, ikinci defa ismimi ve kalbimdekini bildi" dedim. Başka bir konak yerinde yine onu gördüm. Bir kuyunun başında, elindeki kısa ipli kova ile su çıkarmak istiyordu. Kova suya düştü. Ellerini kaldırıp, "Yâ Rabbî! Sen benim Rabbimsin, su aşağıdadır. Kuvvet sendedir, su içmek istiyorum" diye duâ etti. Kuyudaki su yükseldi. Elini uzatıp kovasını doldurdu. Abdest alıp dört rek'at namaz kıldı. Bir kum yığınına doğru gitti. Eliyle kumları kovanın içine döktü. Çalkalayıp içti. Yanına gidip selâm verdim. Selâmımı aldı. "Hak teâlânın sana ihsan ettiği ni'metlerin fazlasından beni de taamlandır (doyur)" dedim. "Hak teâlânın ni'metleri açık veya gizli her zaman bize gelir. Hak teâlâya hüsn-i zanda bulun" deyip, kovasını bana verdi. Kavrulmuş buğday ile şeker vardı. Ondan daha lezzetli bir şey yememiştim, yedim ve doydum. Mekke'ye gelinceye kadar onu bir daha göremedim. Mekke'de gece yarısı namaza durmuştu. Tam bir huşu ile inleyip ağlardı. Bütün gece böyle devam etti. Sabah oldu. Namaz kılıp tavaf edip dışarı çıktı. Arkasında hizmetçiler vardı. İnsanlar etrafına toplandılar. "Bu zât kimdir?" diye sordum, "Mûsâ bin Ca'fer bin Muhammed bin Ali bin Hüseyin'dir" dediler. "Yolda bu zâttan şöyle şöyle acâib hâller gördüm" dedim. "Bu acâib hâller bu seyyid için acâib değildir dediler."
Onu seven Hâlid ez-Zabbâlî şöyle anlatıyor: Halife Mehdî, İmâm Kâzım'ı ilk defa çağırmıştı. Mûsâ Kâzım, bana, yol hazırlığı için çarşıdan ba'zı şeyler almamı buyurdu. Yüzüme baktı ve: "Seni üzüntülü görüyorum, ne oldu?" diye sordu. Ben de, "Niçin üzülmiyeyim, bir zâlimin yanına gidiyorsunuz, sonunuzun da ne olacağı belli değildir" dedim. "Hiç korkma, falan ay, falan günde geri döneceğim. Akşamleyin beni beklersin" buyurdu. Ay ve günleri sayıyordum. Buyurduğu gün geldi. Güneş batmasına az kalmıştı. Kimse gelmedi. Şeytan da içime vesvese düşürdü. Kalbimde bir şüphe uyanmasından korkuyordum. Çok sıkıldım. O sırada Irak tarafından bir karaltı göründü. Mûsâ Kâzım hazretleri bir katıra binmişti. "Ey falan!" diye seslendi. "Buyurun efendim buradayım" dedim. "Az kalsın, kalbine şüphe geliyordu değil mi?" buyurdu. "Evet öyle olacaktı" dedim. Sonra, "Allahü teâlâya hamd olsun ki, bu zâlimden kurtuldun" dedim. "Beni bir daha oraya götürecekler o zaman kurtulamıyacağım" buyurdu.
Menkıbeleri çeşitli kitaplarda toplanmıştır. "Nûr-ül-Ebsâr"da anlatılan menkıbelerden ba'zıları şunlardır:
Birgün Mûsâ Kâzım hazretlerinden, zamanın halifesi Hârûn Reşîd sordu:
"Sizler, kendinizin ehl-i beytten olduğunuzu söylüyor ve Resûlullahın zürriyetindeniz diyorsunuz. Halbuki aslında biz dedem Abbâs'dan (r.a.) dolayı Resûlullahın soyundanız, siz de hazret-i Ali'nin evlâtlarısınız. İnsanların Nesebi ve soyu baba ile devam eder."
Cevabında buyurdu ki:
"Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde En'âm sûresi 84. âyet-i kerîmesinde buyuruyor ki, "İbrâhîm Peygamberin zürriyetinden olan Dâvûd, Süleymân, Eyyûb, Yûsuf, Mûsâ ve Hârûn!. Biz iyileri böylece mükâfatlandırırız. Ve ey Zekeriyya ve Îsâ." Bu âyet-i kerîmede Îsâ aleyhisselâm, İbrâhîm aleyhisselâmın soyundan sayılıyor. Halbuki Îsâ'nın babası olmadığı, herkes tarafından bilinmektedir. Bununla birlikte annesi tarafından İbrâhîm aleyhisselâmın zürriyetinden sayılmaktadır. Öyleyse, bizler de annemiz Fâtıma'tüz-Zehrâ "radıyallahü anhâ" tarafından Resûlullah efendimizin soyundan sayılırız."
Mûsâ Kâzım hazretlerini sevenlerden Medâin şehrindeki Îsâ isminde bir zât şöyle anlatıyor: Hacca gitmiştim. O sene Mekke'de kaldım. Sonra, bir sene de Medine'de kalayım diyerek oraya gittim. Musalla denilen yerde Ebû Zer-i Gıfârî hazretlerinin evi yanında bir yer kiraladım. Orada devamlı Mûsâ Kâzım'ın (r.a.) ziyâretine gidiyordum. Yağmurlu bir geceydi, yanında oturuyordum. Birdenbire, bana dediler ki, "Ey Îsâ, kalk evine yetiş! Evin, eşyalarının üzerine yıkıldı" koşarak evime geldim. Baktım ki, gerçekten ev yıkılmış, eşyalar altında kalmıştı. Birkaç işçi tuttum. Bütün eşyâlarımı noksansız olarak enkazlar altından çıkardım. Yalnız abdest almak için kullandığım bir ibriğim kayboldu. Ertesi gün İmâm-ı Mûsâ Kâzım'ın (r.a.) yanına geldim. Bana buyurdular ki, "Eşyalarından kaybolan bir şeyin var mı?" Ben de, "Hayır efendim, yalnız abdest alırken kullandığım ibriğim kayıp!" İşte o zaman başlarını aşağıya indirip gözlerini yumdular. Bir müddet bekledikten sonra, başlarını kaldırıp bana dediler ki, "Sen bir gün önce ev sahibinin helasına gitmişsin ve bakracı da orada unutmuşsun? Şimdi git, ev sahibinin hizmetçisinden iste, sana versinler!" Ben de hemen koşarak geldim. Ev sahibinin hizmetçisinden ibriğimi istedim. O da, getirip teslim etti.
Abdullah bin İdris bin Senem'in rivâyeti de şöyledir: Hârûn Reşîd, bir gün veziri Ali bin Yektîn'e çok güzel elbiseler hediye etmişti. Bunların arasında, siyah ibrişimle dokunmuş, altın yaldızlı gömlek en iyisiydi. Padişahlara mahsus bir elbiseydi. Ali bin Yektin, Mûsâ Kâzım hazretlerini çok sevdiği için bir miktar daha mal ilâve ederek hepsini Mûsâ Kâzım'a (r.a.) gönderdi. Gömlekten başka bütün hediyeleri kabul ettiler. Gömleği geri gönderip, bunu saklamasını, bir gün lâzım olacağını söylediler. Birgün Ali bin Yektîn, kölelerinden birine kızıp kovdu. O köle, Hârun Reşîd'e gidip, "Benim efendim Mûsâ Kâzım'ı i-mâm edinmiştir. Ona çok mal gönderiyor, hattâ sizin ona ikrâm ettiğiniz ibrişimi! altın yaldızlı gömleği bile hocasına gönderdi" dedi. Hârun Reşîd, kızıp Ali bin Yekün'i çağırttı, "Sana giydirdiğim gömleği ne yaptın?" diye sordu. Ali bin Yektîn, "Bendedir ey mü'minlerin emîri!" dedi. Hârun Reşîd, hemen getirmesini istedi. O da kölelerinden birisini çağırıp, "Benim sarayımda falan odaya git, anahtarını falandan iste, odada bir sandık vardır. Kapağını aç, içinde mühürlü bir kutu göreceksin. O kutuyu getir" dedi. Kölesi derhal kutuyu getirdi. Kutuyu açınca, içindeki gömleği gördüler. Güzel kokular da sürülmüştü. Hârun Reşid'in öfkesi geçti. Ali bin Yektîn'e, "Bunu yerine gönder, hatırını da hoş tut! Bundan sonra senin hakkında söylenen sözlere aldırmam. Bu elbise yanında olmasaydı, seni cezalandıracaktım. Fakat işin doğrusu meydana çıktı. Bundan sonra, bir şeyi araştırmadan hakkında hüküm vermeyeceğim" dedi. Başka hediyeler ve ihsanlarda bulunarak gönderdi. Fesatlık yapan köleye de gereken cezası verildi.
İshâk bin Ammâr şöyle anlatıyor: "Mûsâ Kâzım, Hârun Reşîd tarafından hapsedildiği zaman, İ-mâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin iki talebesi olan Ebû Yûsuf ile Muhammed Şeybânî (r.aleyhima) ziyâretine gitmişlerdi. Maksatlarından biri de ilmi hakkında bilgi sahibi olmaktı. İlminden sorup denemek istiyorlardı. Tam o sırada hapishanenin nöbetçisi yanına geldi ve; "Ey mübârek efendim, bugünkü nöbetim bitti. Yarın dönüşümde, bir ihtiyâcınız varsa, getireyim" dedi. İmâm-ı Mûsâ Kâzım, "Bir ihtiyâcım yoktur" dediler Sonra, Ebû Yûsuf ile Muhammed Şeybânî'ye dönerek, "Ben bu adama hayret ediyorum. Yarın döneceğini zan ediyor ve ihtiyaçlarımı soruyor. Halbuki Onun eceli gelmiştir ve yarın ölecektir" İmâm-ı a'zam hazretlerinin iki talebesi de, Mûsâ Kâzım'ın böyle söylemesine hayret ettiler ve: "Biz, bu zâtı zâhiri ilimlerden imtihan etmek istedik. Bu ise, bâtınî ilimden bize haber veriyor. Bunun bu sözünü deneyelim" diyerek kalkıp gittiler. Adamın evine yakın bir yere nöbetçi koydular ve ona, "Bu evde birşey gördüğün zaman, gelip bize haber ver!" dediler. Gece yarısında evde bir ağlama sesi yükselmeğe başladı. Nöbetçi gelip hemen haber verdi. İmâm-ı Ebû Yûsuf ile Muhammed Şeybânî geldiği zaman ev sahibinin öldüğünü gördüler. Mûsâ Kâzım hazretleri için olan hayretleri ve O'nun büyüklüğü hakkında zan-ları bir kat daha arttı.
Muhammed bin Abdullah el-Bekrî: "Borç istemek için Medîne-i münevvereye gelmiştim. Bana bu hususta yardımcı olabilecek bir kişiyi çok aradım fakat bulamadım. En sonunda yorulup, kendi kendime:
Ebü'l-Hasen Mûsâ bin Ca'fer'e gitsem, durumumu ona anlatsam, iyi olur. Belki birşeyler elde ederim, diye düşündüm. Kararımı verip, "Negamâ" denilen yerdeki bahçesinde onu buldum. Beni görünce küçük bir hizmetçisi ile yanıma geldi. Elinde bir kalbur, kalburun içinde hurma vardı. O ve ben hurmadan yedik. Sonra bana bir ihtiyâcım olup olmadığını sordu. Ona durumumu olduğu gibi anlattım. Bunun üzerine içeri girdi. Az sonra yanıma geldi. Hizmetçisine sen git, dedi. Elini elime uzattı. Bana bir kese verdi. İçinde üçyüz dinar vardı. Sonra kalkıp, gitti. Ben de bineğime binip, oradan ayrıldım."
Mûsâ Kâzım hazretleri çok cömert idi. Birisi ona devamlı içerisinde dinar bulunan keseler gönderiyordu. Bu keselerin içerisinde, ba'zan ücyüz, ba'zan dörtyüz, ba'zan ikiyüz dinar bulunuyordu. Mûsâ Kâzım hazretleri eline geçen bu dinar keselerini yanında biriktirmez, onları Medîne-i münevvere fakîrle-rine dağıtırdı.
Yahyâ bin Hasen anlattı: "Medîne-i münevverede birisi Mûsâ Kâzım hazretlerine eziyet edip kırıcı sözler söylüyordu. O'nu sevenler, ona devamlı "Bize izin ver, şuna bir haddini bildirelim" diyorlardı. Fakat Mûsâ Kâzım hazretleri böyle bir işe teşebbüsten onları şiddetle men ediyordu. Bir gün, kendisine hakarette bulunan şahsın nerede olduğunu sordu. Medîne-i münevverenin civârında bir yerde olduğunu, söylediler. Mûsâ Kâzım, bineğine binerek, onun tarlasının olduğu yere gitti. Onu orada buldu. Tarla'ya katırı ile girdi. O şahıs ona, "Tarlaya basma" diye bağırdı. Mûsâ Kâzım onun yanına kadar geldi. Yanına oturdu. Ona, "Ne kadar zararın oldu?" deyince, o şahıs "Yüz dinar" deyip, "Sen kaç dinar umuyordun?" diye sordu. Mûsâ Kâzım "Bilmiyorum. Gaybı ancak Allahü teâlâ bilir. Ne kadar, zarara uğradığını bilmediğim için sana, (Ne kadar zararın olduğunu tahmin ediyorsun?) diye sordum." Bu söz üzerine o şahıs, "Öyleyse, ikiyüz dinar istiyorum" dedi. Mûsâ Kâzım ise ona üçyüz dinar verdi. Mûsâ Kâzım'a daha önce hakaretlerde bulunan o şahıs, onun bu cömertlği ve ihsanına hayran kaldı. Kalkıp, Mûsâ Kâzım hazretlerinin başını öptü ve sonra birbirinden ayrıldılar. Mûsâ Kâzım (r.a.) oradan ayrılınca, Mescid-i Nebevî'ye (Resûlullah efendimizin mescid-i şerîfine) gitti. Yine orada o şahısla karşılaştı. Fakat kendisini seven yakınları onu orada görünce, hemen üzerine yürümek istediler. Fakat Mûsâ Kâzım hazretleri onlara: "Hangisi hayırlı; sizin yaptığınız mı, yoksa benim istediğim mi? Ben ona yakınlık göstermek suretiyle ıslâh olmasını düşünmüştüm" dedi.
Kızkardeşi onu şöyle anlatır: "O yatsı namazını kıldığı zaman, Allahü teâlâya hamd eder ve duâ eder, bu hâli gece bitinceye kadar devam ederdi. Gece bitince, tekrar kalkar, Sabah namazını kılardı. Sonra, bir miktar, zikir ile (Allahü teâlâyı anmakla) meşgul olur, bu durumu güneş doğuncaya kadar devam ederdi. Sonra, kuşluk vaktine kadar oturur. Daha sonra hazırlanır, dişlerini misvaklar, zeval öncesine, kadar uyur. Uykudan, uyanınca, abdest alır, ikindiye kadar namaz kılar, namazı bitirince, kıbleye doğru dönerek, akşam namazına kadar Allahü teâlâyı zikrederdi. Sonra tekrar, akşam ile yatsı arası namaz kılardı. Bu onun hergünkü âdeti idi."
Mûsâ Kâzım hazretleri, Resûlullah efendimizin yüksek nesebine sahip olan Ehl-i beytin en büyük-lerindendir. Nurlu kalbine akıp gelen ilmin ve feyizlerin çokluğu, akıl ve dil ile anlatılamaz. İnce ma'rifetleri bildiren sözleri, nükte ve latifeleri çok meşhûrdur. Hikmetli sözlerinden biri şöyledir: Buyurdular ki: "Arkadaşlık ettiğin biri, önceleri hâli hâline uyar, sonraları kalbine sıkıntı verirse, hemen kendine bak! Kendi eğriliğini anlarsan, hemen tövbe et. Doğru olduğunu anlarsan, bilesin ki, o arkadaşın yoldan sapmıştır. Bu durumda dur, biraz düşün. Hemen ondan ayrılma! Onu yalnız başına bırakma. Cenâb-ı Hak tarafından bir düzelme gelinceye kadar bekle."
Rivâyet edilir ki, Mûsâ bin Ca'fer el-Hâşimî (Mûsâ Kâzım) hazretleri Mescid-i Nebevî'ye girip, gecenin ilk vaktinde secdeye vardı. Secdede şöyle dediği duyuldu: Yâ Rabbî! Günahım çok, fakat senin affın büyük. Bunu sabaha kadar tekrar etti."
İmam Musa-i Kazım Kimdir?
Adı :Musa
Künyesi:Ebu`l Hasan
Lakabı :Kazım
Baba adı : Cafer (as)
Anne adı: Hamde
Doğum yeri: Medine
Doğum tarihi: 7 Sefer 128 hk.
Peygamber’e (s.a.a) olan yakınlığı: Torunu
Şehadet yılı :25 Recep 183 hk.
Şehadet yeri :Bağdat’ta Sind bin Şahik hapisanesi (Irak)
Şehadet sebebi :Abbasi halifelerinden Harun Reşid’in zehirlemesi
Çocukluk Dönemi
İmam Musa bin Cafer (as) dört yaşındayken Emev hükumeti yıkıldı. Emevîlerin Arap ırkçılığı, yağmacık, zorbalık, zulme dayanan siyasetleri, hükümetlerinin anti İran girişimleri Muhammedî öz İslam’ın adilane hükümetini isteyen halkı ve özellikle İranlıları onlara karşı ayaklandırdı ve bu arada dönemin siyasi ricalleri halkın bu yönelişi ve özelikle İranlıların Ali oğulları ve Ali yönetimi gibi bir yönetime eğilimini kötüye kullanarak hakkı hak sahibine ulaştırmak adına Eba Muslim Horasanî’ni yardımıyla Emevileri yıktılar; fakat altıncı İmam Cafer b. Muhammed-i Sadık (a.s) yerine Ebu Abbas Seffah-i Abbasî’yi hilafet makamına geçirdiler ve gerçekte onu hilafet tahtına oturttular. Böylece, hk. 132 yılında zulüm, sitem ve iki yüzlülükte Emevîler’den hiçbir eksik yönü olmayan, hatta bunlardan bir çoğunda onlardan ileri bile geçen hilafet ve Resulullah’ın (s.a.a) vasisi kisvesinde yeni bir padişahlık silsilesi iş başına geçti.Bu ikisi arasındaki tek fark, Emevi saltanatı pek uzun sürmese de Abbasiler hicri kameri 757 yılına kadar, yani 524 yıl Bağdat’ta halka hilafet değil, saltanat sürdüler. Evet; Yedinci İmam Musa Kazım (a.s), Ebu’l Abbas Seffah, Mensur-i Devanikî, Hadî, Mehdi ve Harun’un zulüm, sitem ve baskılarına maruz kalarak onların hilafetlerini idrak etti.
İmamet Dönemi
İmam Kazım’ın (a.s) değerli babasını şehid ettiği zaman o hazret 20 yaşındaydı; İmam (a.s) Mensur’un ıstırap, korku ve vahşet saçan hükümeti döneminde otuz yaşına kadar onunla mücadele içerisindeydi; bu süre içerisinde Şiilerine çekidüzen veriyor, onların işleriyle ilgileniyordu. Mensur hicri 158 yılında helak olunca hükümete oğlu Mehdi geçti. Mehdi-i Abbasî’nin siyaseti halkı aldatmak ve hilekârlık üzerine kurulmuştu, ama hilafeti fazla sürmeden yerine hayatı sona erdi ve yerine Harun geçti.
Şehadet
Harun Reşid zamanında İmam Kazım (as) Resulullah’ın (s.a.a) mezarının yanı başında ibadetle meşgul iken tutuklayarak Basra’ya götürlüp zindana atıdı. İmam Musa Kazım (a.s) bir yıl Basra valisi İsa b. Cafer’in zindanında kaldı; O hazretin seçkin özellikleri İsa b. Cafer’in üzerinde öyle bir etki bıraktı ki Harun’a bir mektup yazarak, “İmam’ı benden alın; aksi takdirde Onu serbest bırakacağım” dedi. Bunun üzerine Harun’un emriyle İmam’ı (a.s) Bağdat’a götürüp Fazl b. Rabi’nin yanında zindana attılar. Ondan sonra bir süre Fazl b. Yahya’ya teslim edildi; sonra da Sindi b. Şahik’in zindanına intikal edildi. Sürekli bu intikallerin nedeni ise şuydu: Harun her defasında zindancılardan İmam’ı (a.s) ortadan kaldırmalarını istiyorduysa hiç birisi kabul etmiyordu; nihayet son zindancı, yani Sindi b. Şahik Harun’un işaretiyle O hazreti zehirledi ve İmam (a.s) bu zehirlenme sonucu şehid oldu.
İmam (a.s)’ın Faziletleri ve Siresi
1- “Abd-u Salih” Diye Adlanması
İbn-i Cevzî diyor ki:
“Haşimî hanedanından olan Ebu’l- Hasan Musa bin Cafer (İmam Kazım), çok ibadet ettiğinden, (Allah yolunda) gayretinden ve geceleri ibadetle geçirdiğinden dolayı “Abd-u Salih” diye çağrılıyordu.
İmam Kazım (a.s), kerim (bağış ve ihsanda bulunan) ve halim (yumuşak huylu ve sâkin tabiatlı) birisiydi. Bir adam ona eziyet edip incittiğinde, ona bir takım malî yardımlar gönderiyordu.” [1]
“Kazım” Diye Adlanması
Rabiy’ bin Abdurrahman diyor ki:
“Allah’a and olsun ki, İmam Musa bin Cafer (a.s), ferasetli ve ileri görüşlülerdendi. Kendisinden sonra kimin onun imametinde kalacağını ve ölümünden sonra kimin ondan sonraki İmam’ı inkar edeceğini biliyordu. Bununla birlikte onlara olan öfkesini belirtmeyip yutuyor ve onlardan bildiği şeyi yüzlerine vurmuyordu. İşte bundan dolayı “Kazım” (öfkesini yutan) olarak adlanmış oldu.”[2]
Elini Yemekten Önce Yıkadığında Kurulamaması…
Murazim diyor ki: “İmam Musa Kazım (a.s)’ı, yemekten önce abdest aldığında (veya ellerini yıkadığında) mendil ile ellerini kurulamadığını, yemekten sonra abdest aldığında (veya ellerini yıkadığında) ise mendil ile ellerini kuruladığını gördüm.” [3]
Muharrem Ayı Girdiğinde Güldüğünün Görülmemesi
İmam Rıza (a.s) buyurmuştur ki:
“… Babamın -Allah’ın selamı ona olsun- Muharrem ayı girdiğinde güldüğü görülmezdi. On güne kadar sürekli gamlı ve mahzun idi. Onuncu gün (yani Aşura günü) olduğunda, o gün onun musibet, hüzün ve ağlama günü olurdu ve buyuruyordu ki: “Bugün öyle bir gündür ki, İmam Hüseyin (a.s) bugünde şahadete erişmiştir.”[4]
Namaz Odası
İbrahim bin Abdulhamid diyor ki:
“İmam Musa Kazım (a.s)’ın namaz kıldığı odaya gittim. Odada hurma yaprağından yapılan bir sepet, asılmış bir kılıç ve Kur’an’dan başka bir şey yoktu.”[5]
Çalışması
Hasan bin Ali bin Ebî Hamza babasından naklen diyor ki:
“İmam Musa Kazım (a.s)’ın kendi arazisinde çalıştığını ve ayaklarının (şiddetli çalışmasından dolayı) ter içerisinde kalıp yaş olduğunu gördüm. Bunun üzerine: “Fedan olayım, işçiler neredeler?” diye sorduğumda buyurdular ki:
“Ey Ali, ben ve babamdan daha üstün olanlar arazilerinde elleriyle çalışmışlardır.”
“Onlar kimlerdir?” diye sorduğumda da buyurdular ki:
“Resulullah (s.a.a), Emir’ul- Muminin Ali (a.s) ve babalarım; onların hepsi elleriyle çalışmışlardır. Çalışmak peygamberlerin, vasilerin ve salih insanların işidir.”[6]
Şöhretli Elbiseden Kaçınması
Ravi diyor ki:
“İmam Musa Kazım (a.s) açısından, şöhretli (dikkat çekici ve parmakla gösterilen) elbise giymekten daha kötü bir şey yoktu. İmam (a.s), kendisine yeni bir elbise getirdiklerinde (ilk önce) onun yıkanmasını emrediyor, sonra onu giyiyorlardı.”[7]
Sofrada Yeşillik Olmasına Özen Göstermesi
Muvaffak el-Medînî babasından, o da dedesinden şöyle dediğini naklediyor:
“İmam Musa Kazım (a.s) bir kimseyi benim peşimce gönderdi; (yanına vardığımda) beni yemek sofrasının başına oturttu. Sofrayı getirdiklerinde içerisinde yeşillik yoktu. İmam (a.s) yemekten el çekti. Sonra hizmetçiye: “Yeşilliği olmayan bir sofradan yemek yemediğimi bilmiyor musun? O halde yeşillik getir” diye buyurdular.
Hizmetçi yeşillik getirip onu sofranın üzerine bıraktığında, İmam (a.s) elini uzatarak yemek yemeğe başladı.”[8]
Akşam Yemeği
Süleyman bin Caferî diyor ki:
“İmam Musa bin Cafer (a.s), akşam yemeğini bir kekle olsa dahi terk etmiyordu ve buyuruyordu ki: “Akşam yemeği beden için bir güçtür.”[9]
Helvayı Sevmesi
Ahmed bin Harun bin Muvaffak el-Medinî babasından, o da babasından şöyle dediğini naklediyor:
“İmam Musa Kazım (a.s) bir gün, bir adamı benim peşim sıra gönderdi. Ben de onun yanına vararak onunla birlikte yemek yedim. Çok helva yiyince: “Ne kadar da bu helvayı seviyorsunuz!” dediğimde buyurdular ki:
“Biz ve Şialarımız helavetten (tatlılıktan) yaratılmışız; işte (bundan dolayı) helvayı seviyoruz.”[10]
İmam (a.s)’ın Toplumsal Davranışı
Kötülük Edenlere Karşı Davranışı
İbn-i Esir şöyle diyor:
“İmam Musa bin Cafer (a.s)’ın “Kazım” diye lakap almasının sebebi, O’na kötülük edenlere iyilik ettiğinden dolayıdır. Böyle davranış, O’nun her zamanki adeti idi.”[11]
Yoksullara Yardımı
İrbilî diyor ki:
“İmam Musa bin Cafer (a.s), ailesi ve akrabalarıyla en çok irtibatı olan ve onlara ihsanda bulunan insanlardandı. Geceleri (tanınmayacak bir şekilde) Medine fakirlerini arayarak onlara para, un ve hurma veriyordu; onlar ise bu yardımların kimin tarafından yapıldığını bilmiyorlardı.”
Bağışı
Yahya bin Hasan diyor ki:
“İmam Musa bin Cafer (a.s), bir adamdan sevmediği bir şey kendisine ulaşınca (incindiğinde) bir kese dinar ona gönderiyordu. Onun para kesesi, iki yüzle üç yüz arası idi. İmam Musa Kazım (a.s)’ın para kesesi mesel olmuştu.”[12]
Hizmetçileriyle İstişare Etmesi
Hasan bin Cehm diyor ki:
Biz İmam Rıza (a.s)’ın babasını andığımızda buyurdular ki:
“Hiç kimsenin aklı, O’nunla eşit değildi. Bununla birlikte bazen kendisine: “Zenci hizmetçilerinden biriyle mi istişare ediyorsun?” dediklerinde: “Allah Teala, bazı sorunları bazen onun diliyle kolaylaştırıp halletmiştir” buyuruyordu.
Bazen İmam Kazım (a.s)’a, arazi ve bostan işleri konusunda bir şey önerdiklerinde İmam (a.s) onların dedikleri şekilde yapıyordu.”[13]
Oğlunu Methetmesi
İsmail bin Hattab diyor ki:
“İmam Musa bin Cafer (a.s)ın huzuruna vardığımızda oğlu Ali’yi (İmam Rıza’yı) methetmeye başlıyordu. Onu övüyor ve diğerleri hakkında söylemediği şeyi onun fazilet ve iyiliği hakkında söylüyordu. Güya bizi onun imametliğine hidayet etmek istiyordu.”[14]
Oğluna Karşı Davranışı
Süleyman bin Hafs şöyle diyor:
“İmam Musa bin Cafer (a.s), oğlu Ali’yi “Rıza” diye adlandırıyordu. Örneğin şöyle diyordu: “Oğlum Rıza bana dedi ki…” Ona hitap ettiğinde de: “Ya Ebe’l-Hasan!” diye hitap ederdi.”[15]
Oğlu Ali (İmam Rıza) Hakkında Tavsiyesi
Muhammed bin İshak babasından naklen diyor ki:
“İmam Musa bin Cafer (a.s), oğullarına şöyle buyuruyordu: “Sizin bu kardeşiniz Ali bin Musa, Âl-i Muhammed’in (Peygamber ailesinin) alimidir. Öyleyse dininiz hakkında ondan soru sorun ve size söylediğini ezberleyin (onunla amel edin).”[16]
Musibet Sahiplerine Teselli Vermesi
Hişam bin Hakem diyor ki:
“İmam Musa bin Cafer (a.s), ölüyü defnetmeden önce ve onu defnettikten sonra musibet görenlere teselli veriyordu.”[17]
Allah’tan Korkması, Halka Ümit Vermesi ve Kur’ân’ı Hazinle Okuması
Hafs diyor ki:
“İmam Musa bin Cafer (a.s)’dan (Allah’ın azamet karşısında) daha şiddetli korkan ve halka ondan daha çok ümit veren bir kimse görmedim. O, Kur’ân’ı hazin bir sesle okuyor ve adeta insanı kendisine muhatap kılıyordu.”[18]
İmam (a.s)’ın İbadeti
İmam (a.s)’ın İbadet ve Zikri
Ammar bin Eban diyor ki:
Bacım, İmam Musa bin Cafer (a.s)’ın hizmetçisi idi. Ondan şöyle dediği bize naklolunmuştur:
“İmam Musa Kazım (a.s) yatsı namazını kıldığında, Allah’a hamd ediyor, O’nu ululuyor ve O’nu çağırıyordu; Gecenin yarısı geçinceye dek sürekli bu haldeydi. Sonra kalkıp namaz kılıyordu. Daha sonra sabah namazını kılıyordu. Daha sonra güneş doğuncaya kadar biraz zikir ediyordu…”[19]
Kur’ân Okuması
Yunanî diyor ki.
“İmam Musa bin Cafer (a.s), Kur’ân’ı herkesten daha güzel bir sesle okuyordu. Kur’ân okuduğunda mahzun oluyordu. O’nun Kur’an tilavetini dinleyenler ağlıyorlardı. (O’nun kendisi de) Allah korkusundan ağlıyordu; öyle ki mübarek sakalı göz yaşlarıyla ıslanıyordu.”[20]
Geceyi İbadetle Geçirmesi
İrbilî diyor ki:
“İmam Musa bin Cafer (a.s), gece nafilelerini kılıyor ve onları sabah namazına vaslediyordu (sabah namazına kadar ibadet ediyordu). Daha sonra güneş doğuncaya dek takibatla (dua ve zikirle) meşgul oluyordu…”[21]
Secdeye Kapanması
Ahmed bin Abdullah, babasından şöyle dediğini naklediyor:
“(Zindana bakmak için) Damın üzerinde oturmuş olan Fazl bin Rebiy’nin yanına gittim. Bana: “Bu odaya bak, ne görüyorsun?” dedi. (Ben de bakınca:) “Atılmış bir elbise görüyorum” dedim. O: “İyi bak, biraz dikkat et” dedi. Dikkatle baktığımda: “O, secde halinde olan bir kişidir” dedim. Bunun üzerine: “Onu tanıyor musun? O Musa bin Cafer’dir. Ben onu sürekli bu halde görüyorum. O sabah namazını kılıyor, güneş doğuncaya dek takibat (dua ve zikir) okuyor. Daha sonra secdeye kapanıyor ve öğleye kadar böylece secde halinde kalıyor. Namaz vakitlerini kendisine bildirmesi için birisini görevlendirmiştir. Ona namaz vaktinin girdiğini haber verdiklerinde, kalkıp abdest almaksızın namaza başlıyor; bu onun her zamanki adetidir.”[22]
Her Gün İçin Uzun Secdeleri
Sevbanî diyor ki:
“Ebu’l-Hasan Musa bin Cafer (a.s), on küsur yıl boyunca her gün için güneşin doğuşundan öğleye kadar secdeye kapanıyordu.”
İftarı
Halid bin Necih diyor ki:
“Ben Ramazan ayında İmam Sadık (a.s) ve İmam Musa Kazım (a.s)’la birlikte iftar ediyordum. İftar sofrasına getirilen ilk şey, sirke ve zeytin yağıyla ıslanmış bir kase tirit idi. İmam (a.s) ilk önce ondan üç lokma alıp yiyor ve daha sonra bir sahan yemek getiriliyordu.”[23]
Ramazan Ayının Son On Günündeki İbadet
İmam Rıza (a.s) buyurmuştur ki:
“Babam, Ramazan ayının son on gününde her gece, önceki gecelerin müstahap namazlarına yirmi rekat daha artırıyordu.”[24]
Cuma Namazı İçin Hazırlanması
Saduk (r.a) diyor ki:
“İmam Musa bin Cafer (a.s) kendisini, Perşembe gününden, Cuma gününün (ibadeti) için hazırlıyordu.”[25]
Yaya Olarak Hacca Gitmesi
Ali bin Cafer diyor ki:
“Kardeşim Musa bin Cafer (a.s) ile dört umre yolculuğunda beraberdik. O, âilesiyle birlikte yaya olarak Mekke’ye doğru hareket ediyordu.”[26]
İlk Mazlumu Ziyaret Etmesi
Ravi diyor ki:
“İmam Musa bin Cafer (a.s), Emir’ulMuminin Ali (a.s)’ın kabrinin kenarında şöyle diyordu:
“Selam olsun sana ey Allah’ın velisi (dostu); şehadet ediyorum ki, şüphesiz sen ilk mazlum ve hakkı gasp edilen ilk şahıssın.”[27]
İmam (a.s)’ın Duaları
Secdelerindeki Duası
İbn-i Şehraşub diyor ki:
İmam Musa bin Cafer (a.s) secdelerinde şöyle diyordu:
“İlahî, (gerçi) günah ve isyan kulundan taraf çirkindir ama af ve suçlardan geçmek senden taraf güzeldir.”[28]
Diğerlerine Dua Etmeği Tavsiye Etmesi
Safvan bin Yahya diyor ki:
İmam Musa bin Cafer (a.s) buyuruyorlardı ki:
“Kim, mümin ve müslüman kadın ve erkeklerden birine dua ederse, Allah-u Teala, dua ettiği her mümine karşılık ona dua eden bir melek görevlendirir.”[29]
Zindandaki Duası
İmam Musa bin Cafer (a.s)’ı gözetim altında bulunduran casuslardan biri diyor ki:
Musa bin Cafer’in, dualarında şöyle dediğini çok duyuyordum:
“Allah’ım, sen biliyorsun ki, ben sürekli senden, ibadetin için meşguliyetten bir boşluk istiyordum. Allah’ım, sen de böyle yaptın; o halde sana hamd olsun.”[30]
Gece Namazı Mihrabındaki Duası
Ahmed bin Halid-i Berkî diyor ki:
İmam Musa bin Cafer (a.s), gece namazı için mihrapta durduğu zaman şöyle diyordu:
“Allah’ım, sen beni düzgün ve kusursuz yarattın; çocukken beni besleyerek eğittin ve beni diğerlerinden ihtiyaçsız kıldın…
Allah’ım, geçmişte benden vuku bulan kötülükleri biliyorsun; hem de onları benden daha iyi biliyorsun. Amel defterimde sıralanan suçlardan dolayı yazıklar olsun bana! Eğer her şeyi kapsayan affının, halime şamil olacağını umduğum yerler olmasaydı, (ümitsizlikten) helak olup giderdim. Eğer kulun günahından kaçması mümkün olsaydı, ondan kaçmaya en layık ben olurdum…
Allah’ım, kaçarsam beni bulursun; firar edersem, beni yakalarsın. O halde senin huzurunda zelil, boynu bükük ve hakir olarak durmuş bulunuyorum. Eğer cezalandırırsan, bunu hakketmişim ve ey Rabbim, bu senden taraf bir adalettir. Eğer affedersen, şüphesiz sen kötülükleri affedensin; affın ve rahmetin beni kuşatmış olur ve afiyetin (bağışlaman) beni sarmış olur.
Allah’ım, o halde güzel isimlerin ve perdelerin örttüğü güzelliğin hürmetine senden, bu tahammülsüz cana ve bu güçsüz bedene acımanı istiyorum. Güneşin sıcağına dayanamayan bu zayıf beden, cehennem ateşine nasıl dayanabilir! Yıldırım sesini duymaya tahammülü olmayan, gazabının sesine nasıl dayanabilir!
Allah’ım, o halde bana acı; çünkü ben hakir bir fakirim ve değersiz bir insanım. Beni azaba çarptırmış olursan, azaba çarptırılmam zerre kadar olsun saltanatını artıracak değil; bana azap edilmekle saltanatın artacak olsaydı, azaba karşı sabretmeyi senden isterdim ve bunun senin olmasını isterdim. Fakat saltanat ve mülkün, itaat edenlerin itaatiyle artmasından ve günahkârların da günahıyla azalmasından daha büyük ve daha kalıcıdır. O halde ey merhametlilerin en merhametlisi, beni bağışla; Muhammed ve Ehl-i Beyti’ne salat eyle ve bizden taraf müslümanları mükafatlandırdığın en güzel bir mükafatla O’nu mükafatlandır; ey alemlerin Rabbi olan Allah!”[31]
Her Gün Mağfiret Dilemesi
İbrahim bin Ebî’l- Bilad diyor ki:
“İmam Musa bin Cafer (a.s) bana buyurdu ki:
“Ben, her gün Allah Teala’dan beş bin kez mağfiret diliyorum.” (İmam -a.s- benim şaşırdığımı görünce:) “Beş bin kez istiğfar etmek çok mudur?” diye buyurdular.”[32]
Gece Mağfiret Dilemesi
Seyyid bin Tavus (r.a) diyor ki:
“…İmam Musa bin Cafer (a.s) geceyi sehere kadar sürekli mağfiret dilemekle geçiriyordu.”[33]
Çoğu Zamanlar Okuduğu Dua
İbn-i Şehraşub diyor ki:
İmam Musa bin Kazım (a.s) çoğu zaman şu duayı okuyordu:
“Allah’ım, ölüm vakti rahatlık ve hesap vakti ise âf diliyorum senden.”[34]
İmam (a.s) bu duayı (durmadan) tekrarlıyordu.”[35]
Zemzem Suyunu İçerken Okuduğu Dua
Ahmed bin Halid diyor ki:
İmam Musa Kazım (a.s) zemzem suyunu içtiğinde şöyle diyordu:
“Bismillah, el-hamdu lillah, eş-şükrü lillah.”
(Allah’ın adıyla, bütün hamt ve şükürler Allah’a mahsustur.)[36]
Yüz Defa Söylediği Zikir
İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Kim, sabah ve akşam namazından sonra yedi defa: “Bismillah ve velâ havle velâ kuvvete illa billah” derse, Allah-u Teala yetmiş çeşit belayı ondan uzaklaştırır…”
İmam Musa bin Cafer (a.s) buyurdular ki: “Ben, o zikri yüz defa söylüyorum.”[37]
Evinden Çıkarken Okuduğu Dua
İmam Rıza (a.s) buyurmuştur ki:
“Babam (Musa bin Cafer -a.s-) evinden çıkarken şöyle diyordu:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla. Allah’ın güç ve kudretiyle, benim güç ve kudretimle değil; hayır, ey Rabbim, rızkına yönelerek senin güç ve kudretinle evden çıkıyorum. O halde beni afiyet ve esenlikle evime döndür.”[38]
Kaynakça:
1- A’lam’ud- Din, Ebu Muhammed Hasan bin Muhammed ed-Deylemî, h. k. 8. asır, Müesseset’ul- Âl’ul- Beyt, Beyrut.
2- İkbal’ul- A’mal, Reziyuddin Ebu’l-Kasım Ali bin Musa bin Cafer bin Tavus, D. 664-668. (h. k), Dar’ul- Kutub’ul- İslamiyye, Tahran.
3- Emalî, şeyh Saduk, Ebu Cafer Muhammed bin Ali Hüseyin bin Babeveyh el-Kummî, D. 381 (h. k.), Müesseset’ul- A’lemî, Beyrut, h. k. 1400.
4- Bihar’ul- Envar, Muhammed Bakır-i Meclisî, D. 1111 (h. k.), Kitaphane-i İslamiyye, Tahran, h. 1363.
5- Tarih-i Bağdat, Hatib-i Bağdadî, D. 463 (h. k.) Dar’ul- Kutub’ul- İslamiyye.
6- Tefsir-i Burhan, Seyyid Haşim-i Hüseyni-yi Bahranî, D. 1107-1109 (h. k.), İsmailiyan mat. Kum.
7- Et-Tehzib, Ebu Cafer Muhammed bin Hasan et-Tusî, D. 460 (h. k.), Dar-u Sa’b, Beyrut.
8- Uyun-u Ahbar’ur- Rıza, şeyh Saduk, Ebu Cafer Muhammed bin Ali Hasan bin Babeveyh-i Kummî, D. 381 (h. k.), Müesseset’ul- A’lemî, Beyrut.
9- Avalim’ul- Ulum, şeyh Abdullah bin Nurullah-i Bahrani-yi İsfahanî, h. k. 12. Asır, Medreset’ul- İmam’il- Mehdi, Kum, h. k. 1407.
10- Kurb’ul- Esnad, Ebu’l- Abbas Abdullah bin Cafer’il- Himyerî, h. k. 3. Asır, Müesseset-u Âl’ul- Beyt, Kum.
11- Kâfî, Sıkat’ul- İslam Kuleynî, Ebu Cafer Muhammed bin Yakub bin İshak, D. 328-329 (H. K).
12- Kamil-i İbn-i Esir, İzzuddin Ebi’l- Hasan Ali bin Ebî’l- Kerem eş-Şeybanî (İbn-i Esir), D. 637 (h. k.), İhya’ut- Turas, Beyrut, h. k. 1404.
13- Keşf’ul- Ğumme, Ebu’l- Hasan Ali bin İsa bin Ebi’l- Feth’il- İrbilî, D. 693 (h. k.), Kitap Furuşi-yi Beni Haşim, Tebriz, h. k. 1381.
14- Mekatil’ut- Talibiyyin, Ebu’l- Ferec-i İsfahanî, D. 356 (h. k.), Dar’ul- Ma’rife, Beyrut.
15- Mehasin-i Berkî, Ebu Cafer, Ahmed bin Muhammed bin Halid-i Berkî, D. 274-280 (h. k), Mecma’ul- A’lemî li-Ehl’il- Beyt, Kum, h. k. 1413.
16- Mekarim’ul- Ahlak, Reziyuddin Ebu Nesir el-Hasan bin Fazl-i Tabersî, h. k. 6. Asır, Dar’ul- Belağa, Beyrut, h. k. 1411.
17- Menakıb-i İbn-i Şehraşub, Ebu Cafer, Reşiduddin Muhammed bin Ali Şehraşub es-Servî, el-Mazenderanî, S. 588 (h. k.), İntişarat-i Allame, Kum.
Kaynaklar
[1] – Keşf’ul- Ğumme, C. 2, S. 250.
[2] – Uyun, C. 1, S. 103, H. 1.
[3] – kâfî, C. 6, S. 291, H. 2.
[4] – İkbal’ul- A’mal, S. 544.
[5] – Kurb’ul- Esnad, S. 310, H. 1208. Bu hadisten, namaz için özel bir yerin olması ve dikkat çekici eşya ve fotoğrafların bulunmaması anlaşılmaktadır.
[6] – Bihar, C. 48, S. 115, H. 27.
[7] – Bihar, C. 79, S. 314.
[8] – Avalim, C. 21, S. 206, H. 3.
[9] – Mehasin-i Berkî, C. 2, S. 198, H. 1580.
[10] – Kâfî,C. 6, S. 321, H. 1.
[11] – Kamil-i İbn-i Esir, C. 6, S. 164.
[12] – Kâfî, C. 5, S. 166.
[13] – Mekarim’ul- Ahlak, S. 335.
[14] – Bihar, C. 49, S. 18, H. 19.
[15] – Uyun, C. 1, S. 22, H. 2.
[16] – Keşf’ul-Ğumme, C. 2, S. 317.
[17] – Tehzib, C. 1, S. 463, H. 1563.
[18] – Kâfî, C. 2, S. 606.
[19] – Tarih-i Bağdat, C. 13, S. 31.
[20] – Menakıb-i İbn-i Şehraşub, C. 4, S. 318.
[21] – Keşf’ul- Ğumme, C. 2, S. 228.
[22] – Bihar, C. 48, S. 107.
[23] – Mehasin-i Berkî, C. 2, S. 278, H. 1895.
[24] – Kurb’ul- Esnad, S. 207.
[25] – Men Lâ Yahzuruh’ul- Fakih, c.1, S. 416, H. 1228.
[26] – Bihar, C. 48, S. 100, H. 2.
[27] – Bihar, C. 100, S. 265, H. 3.
[28] – Menakıb-i İbn-i Şehraşub, C. 4, S. 318.
[29] – A’lam’ud- Din, S. 393.
[30] – Bihar, C. 48, S. 107, H. 9.
[31] – Bihar, C. 87, S. 229, H. 42.
[32] – Bihar, C. 93, S. 282, H. 26.
[33] – Bihar, C. 102, S. 16, H. 10.
[34]- Duanın Arapçısı şöyledir: “Allahumme innî es’eluk’er- rahete ind’el- mevt, ve’l- affe ind’el- hesap.”
[35] – Menakıb-i İbn-i Şehraşub, C. 4, S. 318.
[36] – Mehasin-i Berkî, C. 2, S. 400, H. 2400.
[37] – Bihar, C. 86, S. 112, H. 12.
[38] – Mehasin-i Berkî, C. 2, S. 91, H. 1241.
HİKMET, ÖĞÜT, ZÜHT ve TAKVA HAKKINDAKİ KISA SÖZLERİ
1- Allah’ı tanıyan kimsenin, Allah’ı rızık vermeyi geciktiren bilmemesi, kaza ve kaderinde de O’nu suçlamaması gerekir.
2- “Yakin nedir?” diye sorduklarında şöyle buyurdular:
“Allah’a tevekkül etmek, O’na teslim olmak, kaza ve kadere rıza göstermek ve işleri Allah’a bırakmaktır.”
3- Abdullah ibn-i Yahya şöyle diyor:
Bir mektupta İmam’a: “Allah’ın ilminin nihayeti miktarınca O’na hamd olsun.” diye yazdım. İmam aleyhi’s-selam da cevapta bana şöyle yazdılar: “İlminin nihayeti miktarınca deme! Çünkü Allah’ın ilminin (haddi ve) nihayeti yoktur. Fakat rızasının nihayeti mik¬tarınca de!”
4- Bir adam: “Cömert kimdir?” diye sorduğunda, şöyle buyurdu¬lar:
“Sorunun iki şıkkı vardır. Eğer sorun mahluk hakkında ise cömert, Allah’ın kendisine farz kıldığı şeyi ödeyen kimsedir. Cimri de Allah’ın farz kıldığı şeyi cimrilik yaparak ödemeyen kimsedir.
Eğer bu sorudan Allah’ı kasdediyorsan Allah bağışta bulunsa da, bulunmasa da, verse de vermese de cömerttir. Çünkü bağışta bulunursa, hakketmediğin bir şeyi bağışlamıştır; bağışta bulunmasa da yine hakketmediğin bir şeyi esirgemiştir.”
5-Dostlarından birine şöyle buyurdular:
Ey adam, Allah’tan kork. Helak olmana sebep olsa bile hakkı söyle. Çünkü (gerçekte) kurtuluşun ondadır. Ey adam, Allah’tan kork; kurtulmana sebep olsa bile batılı terket. Çünkü (gerçekte) helakın ondadır!
6- İmam aleyhi’s-selam’ın vekili kendisine: “Vallahi ben size hıyanet etmedim.” dediğinde şöyle buyurdular: “Hıyanet etmen de, malı korumaman da benim için aynıdır (Çünkü her halukârda mal senin elinde zayi olmuştur.) Ama hıyanet senin için çok kötüdür.”
7- Sakın Allah’a itaat yolunda malını esirgeme. Çünkü onun iki katını Allah’ın masiyetinde (günah yolunda) harcarsın.
8- Mü’min, (iman ve bela açısından) terazinin iki kefesi gibidir; imanı arttıkça belası da çoğalır.
9- Bir kabrin kenarında durup şöyle buyurdular:
Sonu böyle olan bir şeyin (dünya hayatının) evvelinden ona gönül bağlamamak gerekir. Evveli de böyle olan şeyin (ahiretin) sonundan korkmak gerekir.
10- Kim Allah’ın künhü hakkında konuşursa helak olur. Kim ri¬yaset talep ederse helak olur. Kim de bencilliğe kapılırsa helak olur.
11- Dünya ve din için çalışmak zorlaşmıştır; dünyaya gelince elini ona uzatmadan, senden önce bir facirin ona sahiplendiğini görürsün. Ahiret azığına gelince de onu elde etmek için sana yardım edecek bir yardımcı bulamazsın.
12- Dört şey vesveseden (nefs ve şeytanın meydana getirdiği ruhî ıztıraptan) kaynaklanır: “Toprak yemek, balçığı ufalamak (onunla oynamak) dişlerle tırnağı kesmek ve sakalı ağıza almak.”
Üç şey gözü aydınlatır: Yeşilliğe bakmak, akar suya bakmak ve güzel yüze bakmak.
13- Güzel komşuluk, komşuya eziyet etmemek değildir; güzel komşuluk, eziyete tahammül etmektir.
14- Kendinle kardeşin arasındaki saygınlığı yok etme; on¬dan birazını baki bırak. Çünkü saygınlığın yok olması, hayânın yok olmasıdır.
15- Çocuklarından birisine şöyle buyurdular: “Aziz evlâdım, Allah-u Teala’nın seni nehyettiği masiyette görmesinden ve seni emrettiği itaatte görmemesinden sakın. (Allah’a kulluk etmede) Gayretli ve ciddi ol. Yine de Allah’ın ibadet ve itaatında kendini kusursuz görme. Çünkü Allah’a gerektiği şekilde ibadet etmek mümkün değildir. Şaka yapmaktan sakın. Çünkü şaka, imanın nu¬runu giderdiği gibi yiğitliğini de hafifletir. Usanmak ve tembel¬likten sakın. Çünkü bunlar dünya ve ahiret nasibinden seni alı¬koyar.
16- Zulümün hakka galip olduğu zamanda hiç kimsenin başka birisine, -onda iyilik görmedikçe- iyi zanda bulunması doğru değildir.
17- Eşin ve küçük çocuk hariç diğer hiçbir kimsenin ağzından öpmek câiz değildir.
18- Zamanınızı dörde ayırmaya çalışın: Bir bölümünü Allah’la münacat etmeye, bir bölümünü geçiminizi sağlamaya, bir bölümünü ayıplarınızı size bildiren kardeşlerinizi ve gönüllerinde size karşı samimiyetleri olan güvenilir insanları ziyaret etmeye ve bir bölümünü de haramlar dışındaki zevklere ki, bu (sonuncu) bölümle, diğer üç bölümü yapmaya kadir olursunuz.
Kendinize fakirliği ve uzun ömrü telkin etmeyin. Çünkü kendisine fakirliği telkin eden cimri olur, uzun ömür telkin eden de ihtiraslı olur.
Yiğitliği lekelemeyecek ve israf da olmayacak miktarda helal şey¬lerden yararlanmakla dünyadan kendiniz için bir pay ayırın; bunu da dini işleriniz için yardımcı kılın. Çünkü şöyle bir hadis nakle¬dilmiştir: “Kim dünyasını, dini için veya dinini dünyası için terk¬ederse bizden değildir.”
19- Allah’ın dininde fakih olun. (Dini iyice anlamaya çalışın.) Çünkü dinde fakih olmak basiretin anahtarıdır, ibadetin kemalidir, din ve dünyanın yüce makam ve derecelerine ulaşmak için de bir vesiledir. Fakihin, abide olan üstünlüğü, güneşin yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Kim din hususunda fakih olmazsa Allah onun, hiçbir amelini, beğenmez.
20- Ali ibn-i Yaktin’e şöyle buyurdular:
Sultanın emrinde çalışmanın sadakası, mü’min kardeşlere yardımda bulunmaktır.
21- İnsanlar, önceden yapmadıkları yeni günahlar icat ettikçe Allah da onlara tanımadıkları yeni belaları musallat eder.
22- Yönetici adil olduğunda, onun (Allah katında) mükâfatı olur; senin de şükretmen gerekir. Yönetici zalim olduğunda da onun günahı olur; senin de sabretmen gerekir.
23- Eb-u Hanife şöyle diyor: “Hz. Cafer Sadık’ın zamanında hacca gittim. Medine’ye varınca İmam Sadık’ın evine gittim. Salonda oturup içeriye giriş iznini bekliyordum.
Bu esnada yeni yürümeye başlıyan bir çocuk dışarı çıktı. Ona: “Ey çocuk, sizin şehrinizde yabancı birisi nerde dışarı çıkabilir?’’ dedim.
Çocuk bana: “Müsaadenizle” dedi. Daha sonra duvara yasla¬narak oturdu ve şöyle dedi:
“Nehir kıyılarından, ağaçların meyvasının döküldüğü yerden, camilerin avlusundan ve caddenin ortasından sakın; bir duvarın arkasına saklan, elbiseni yukarı topla, yüzün ve arkan kıbleye doğru olmasın da artık istediğin yere otur.”
Çocuğun sözleri beni şaşırttı. “(Bunun üzerine) ismin nedir?” diye sordum.
“Ben, Musa ibn-i Cafer, ibn-i Muhammed, ibn-i Ali, ibn-i Hüseyn, ibn-i Ali, ibn-i Ebi Talib’im” dedi.
Ona: “Ey çocuk, günah kimdendir?” dediğimde de şöyle dedi:
“Günah üç durumdan hariç değildir. Ya Allah’tandır, oysa ki O’ndan değildir. Çünkü yaratıcının, kula yapmadığı bir işten dolayı azap etmesi O’na yakışmaz. Veya hem Allah’tandır, hem de kuldan; oysa ki böyle de değildir. Çünkü güçlü ortağın, güçsüz ortağa zulüm yapması yakışmaz. Ya da kuldandır; doğrusu da budur. Eğer Allah affederse, O’nun kerem ve bağışıyladır. Ama cezalandırırsa, kulun günah ve suçundan dolayıdır.”
Ebu Hanife diyor ki: “Artık Hz. Sadık ile görüşmeden geri döndüm ve bununla yetindim.
24- Ebu Ahmed el-Horasani, İmam Kâzım aleyhi’s-se¬lam’a şöyle arzetti: “Küfür mü daha kadimdir, yoksa şirk mi?”
İmam aleyhi’s-selam buyurdular ki: “Senin bu sorularla ne işin vardır? Senin insanlarla tartışman kararlaştırılmamıştı.”
“Hişam ibn-i Hakem, bu soruyu sizden sormamı emretti.” dedim.
İmam aleyhi’s-selam buyurdular ki:
“Ona de ki: Küfr, şirkten daha kadimdir; ilk kâfir olan, İblis’tir. Nitekim Kur’an şöyle buyuruyor: “(Şeytan) secde etmekten çekindi, tekebbür etti ve kâfirlerden oldu.” Küfür bir şeydir; ama şirk, birini (yani Allah’ı) isbat ederek diğerini O’na ortak koşmaktır.”
25- İmam aleyhi’s-selam iki kişinin birbirlerine sövdüğünü görünce şöyle buyurdular: “Sövmeyi ilk başlatan daha zalimdir; kendi günahı ve arkadaşının günahı -mazlum olan kendi haddini aşmadıkça- onun üzerinedir.”
26- Kıyamet günü bir münadi şöyle nida eder: “Ey insanlar, mükâfatı Allah’a ait olan kimse ayağa kalksın”. Başkalarını af ve kendisini ıslah eden kimseden başka hiç kimse ayağa kalkmaz; işte böyle bir kimsenin mükâfatı Allah’a aittir.
27- Güzel ahlaklı cömert, Allah’ın sığınağındadır; Allah onu cennete dahil etmedikçe ondan vazgeçmez. Allah cömert olmayan hiçbir peygamber göndermemiştir. Babam vefat edinceye kadar daima cömert ve güzel ahlaklı olmayı bana tavsiye ediyordu.
28- Sindi ibn-i Şahik[1] İmam aleyhi’s-selam’ın vefat vakti ulaşınca: “Müsaade edin ben sizi (kendi malımdan) kefenliyeyim.” dedi. İmam aleyhi’s-selam buyurdular ki:
Biz öyle bir Ehl-i Beyt’iz (öyle bir ailedeniz) ki yaptığımız ilk hac (masrafları), hanımlarımızın mihirleri ve kefenlerimiz en temiz mallarımızdan olmalıdır.
29- İmam Musa Kâzım aleyhi’s-selam Fazl ibn-i Yunus’a şöyle buyurdular: “Hayır ulaştır, hayır söz söyle ve taklitçi olma.”
“Taklitçi ne demektir?” dediğinde buyurdular ki:
“Ben bu insanlarlayım ve onlardan biriyim, deme. (Yani müstakil düşünmeye çalış.) Resulullah şöyle buyurmuştur: Ey insanlar, iki yol vardır: Hayır yolu ve şer yolu; şer yolu, senin nazarında hayır yolundan daha sevimli olmamalıdır.
30- Rivayet olunmuştur ki, İmam Kâzım aleyhi’s-selam (bir gün), çirkin ve siyah bir köleyle karşılaştı, ona selam verip yanında oturdu ve bir müddet onunla konuşmaya daldı. Ayağa kalkıp ayrılmak istediğinde ondan, bir ihtiyacı olduğunda kendisine müracaat etmesini istedi.
Bir adam İmam’a: “Ey Resulullah’ın oğlu, siz böyle bir adamın yanında oturup onun ihtiyacını mı soruyorsunuz? Oysa ki o size daha muhtaçtır (yani onun, sizin yanınıza gelmesi gerekir).” dedi.
İmam şöyle buyurdu: “O adam da Allah’ın kullarından bir kul¬dur, Allah’ın kitabında bir kardeştir, Allah’ın mülkünde bir komşudur, biz onunla, babaların en iyisi olan Hz. Adem ve dinlerin de en üstünü olan İslam dininde ortağız. Zamanın, bir gün de bizi ona muhtaç etmesi ve ona tekebbür ettikten sonra karşısında boyun eğmeyi bize göstermesi mümkündür.” Sonra şöyle buyurdu: “Biz, bizimle ilişki kurmaya layık olmayan bir kimseyle, arkadaşsız kal¬mayalım diye ilişki kurarız.’’
31- Üç şeyin dışında diğerine ağız açmak uygun değildir: “Ödenilmeyecek kan parası, ağır borç, zelil ve perişan olmaya se¬bep olan ihtiyaç.”
32- Güçsüze yardım etmen en iyi sadakadır.
33- Akıllının cahile şaşırmasından daha çok cahil akıllıya şaşırır (ve onun davranışlarına hayret eder).
34- Musibet, sabreden kimseye birdir, sabretmeyen kimseye ise ikidir.
35- Zulmün zorluğunu, (ancak) zulme uğrayan kimse anlar.
[1]- Harun Reşid’in, Musa ibn-i Cafer aleyhi’s-selam’ı hapiste göz altında tutması için görevlendirdiği şahıstır.
İMAM-I MUSA-İ KAZIM (RA) HZ.LERİ'NİN BAZI MENKİBELERİ
İmam-ı Musa-i Kâzım (RA) Hz.leri’nin hayatı, faziletlerle, üstünlüklerle doludur. Sevdiklerinde ibret veren ve yol gösteren keramet ve mankıbeleri çoktur. Ruhlara gıda olan sözleri o kadar çoktur ki, bazıları kitaplara geçirilmiş, bazıları da dilden dile, gönülden gönüle akıp gelmiştir.
..........................................
Bir gün İmam-ı Musa-i Kâzım (RA) Hz.leri’nden zamanın halifesi Harun Reşit sordu: “Sizler, kendinizin Ehl-i Beyt’tcn olduğunuzu söylüyor ve Resıilüllah (SAV) Efendimiz’in zürriyetinizdeniz diyorsunuz. Halbuki aslında biz dedem Abbas (RA) Hz.leri’nden dolayı Resulullah’ın (SAV) soyundanız, siz de İmam-ı Ali (KV) Hz.leri’nin evlatlarısınız. İnsanların nesebi ve soyu baba ile devanı eder.” Hz. İmam cevabında buyurdu ki: “Allah-ü Teâlâ Hz.leri Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor: ‘İbrahim Peygamber’in zürriyetinden olan Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa ve Harun biz iyileri böylece mükafatlandırırız. Ve ey Zekeriyya ve İsa.’ [1] Bu Ayet-i Kerime’de İsa (AS), İbrahim (AS)’ın soyundan sayılıyor. Halbuki İsa’nın (AS) babası olmadığı herkes tarafından bilinmektedir. Bununla birlikte annesi tarafından İbrahim (AS)’ın zürriyetinden sayılmaktadır. Öyleyse, bizlerde annemiz Fatımatüzzehra (RA) Hz.leri tarafından Resûlüllah (SAV) Efendimiz’in soyundan sayılırız.” buyurdu.
..........................................
Yahya bin Hasen anlattı: “Medine-i Münevvere'de birisi Hz. İmam’a (RA) eziyet edip kırıcı sözlcr söylüyordu. Onu sevenler, ona devamlı: “Bize izin ver, şuna haddini bildirelim.” diyorlardı. Hz. İmam (RA) onları bu hareketten men ediyordu. Bir gün kendisine hakaret eden şahsın nerede olduğunu sordu. Medine-i Münevvere'nin civarında bir yerde olduğunu söylediler. Hz. İmam (RA) bineğine binerek onun tarlasına doğru gitti, tarlaya girdi. O şahıs “Tarlaya basma!” diye bağırdı. Hz. İmam (RA) yanına kadar gelip yanına oturdu. “Ne kadar zararın oldu?” deyince o şahıs: “Yüz dinar.” deyip “Sen kaç dinar umuyordun?” diye sorunca Hz. İmam da (RA) o şahsa üç yüz dinar verdi. Hz. İmam’a (RA) hakarette bulunan şahıs bu cömertlik karşısında Hz. İmam’ın başını öptü ve ayrıldılar. Hz. İmam (RA) oradan ayrılınca Mescid-i Nebeviyye’ye gitti. O şahısla orada yine karşılaştı. Kendini seven yakınları o şahsı orada görünce üzerine yürümek istediler. Hz. İmam (RA) onlara: “Hangisi hayırlı? Sizin yaptığınız mı, yoksa benim istediğim mî? Ben ona yakınlık göstermek suretiyle islah olmasını düşünmüştüm.” dedi.
..........................................
Hz. İmam’ın (RA) kızkardeşi şöyle anlatıyor: “O, yatsı namazını kıldığı zaman, Allah-ü Teala (CC) Hz.leri’ne hamd eder, bu hali gece bitinceye kadar devam ederdi. Gece bitince tekrar kalkar sabah namazını kılardı. Sonra bir miktar zikir ile Allah-u Teala (CC) Hz.leri’ni anmakla meşgul olur, bu durumu güneş doğuncaya kadar devam ederdi. Sonra, kuşluk vaktinde kuşluk namazı kılar, zevalden öncesine kadar uyur, kalkınca dişlerini misvaklar, abdest alır ikindiye kadar namaz kılar, namazı bitince kıbleye doğru dönerek akşam namazına kadar Allah-ü Teâlâ (CC) Hz.leri’ni zikrederdi. Sonra kalkar akşam ile yatsı arası namaz kılardı. Bu onun her günkü âdeti idi.
..........................................
İmam-ı Musa-i Kâzım (RA) Hz.leri, Resûlüllah (SAV) Efendimiz’in yüksek nesebine sahip olan Ehl-i Beyt’in büyüklerindendir. Nurlu kalbine akıp gelen ilmin ve feyizlerin çokluğu, akıl ve dil ile anlatılamaz. İnce marifetleri bildiren sözlcri, nükte ve latifeleri çok meşhurdur. Hikmetli sözlerinden biri de şöyledir: Buyurdular ki: “Arkadaşlık ettiğin biri, önceleri hali haline uyar, sonraları kalbine sıkıntı verirse, hemen kendine bak. Kendi eğriliğini anlarsan, hemen tövbe et, doğru olduğunu anlarsan, bilesin ki o arkadaşın yoldan sapmıştır. Bu durumda dur, biraz düşün. Hemen ondan ayrılma. Onu yalnız başına bırakma. Cenab-ı Hak (CC) Hz.leri’nden bir düzelme gelinceye kadar bekle.”
..........................................
Rivayet edilir ki, Musa bin Cafer el Haşimi Musa-i Kâzım (RA) Hz.leri Mescid-i Nebeviye girip, gecenin ilk vaktinde secdeye vardı. Secdede şöyle dediği duyuldu: “Ya Rabbi! Günahım çok, fakat senin affın büyük.” Bunu sabaha kadar tekrar ederdi. [2]
..........................................
Yüce Allah (CC) Hz. leri şefaatlarından, al-i himmet nazarlarından feyiz ve bereketlerinden bizi ayırıp mahrum etmesin. (AMİN
Onu seven ve ondan istifâde eden âlimlerden Şakîk-i Belhî"kuddise sirruh" şöyle anlatıyor:
"Hacca gidiyordum. Fâriziyye'ye vardım, orada, güzel yüzlü, buğday benizli, yün elbiseli, başı sarıklı ve ayağında nalını bulunan bir genç gördüm. İnsanlardan ayrı bir yerde yalnız oturuyordu. Kendi kendime; "Bunun tasavvuf talebesinden olması lâzımdır, bu yolda müslümanlardan ayrı duruyor, gidip biraz ağır konuşayım da bu işten vazgeçsin" dedim. Yanına yaklaşınca, bana: "Ey Şakîk" diye hitâb ederek, meâlen; "Zandan çok sakınınız, zîrâ bâzı zanlar günâhdır" buyrulan Hucurât sûresi on ikinci âyet-i kerîmesini okudu. Bir tarafa doğru gitti. Kendi kendime; "Bu bir sâlih kişi olmalı, adımı ve kalbimdekini bildi" dedim. Arkasından, helâllaşayım diye gittim. Ne kadar hızlı yürüdüysem yetişemedim. Başka bir konak yerinde onu yine gördüm. Namaz kılıyordu. Bütün âzâları titriyor, gözlerinden yaşlar akıyordu. Namazını bitirsin de helâllaşayım dedim. Namazını bitirdi. Yanına yaklaştım. Bana; "Ey Şakîk!" diyerek, meâlen; "Ben tövbe eden, îmân edip sâlih ameller işleyen ve sonra doğru yolu bulan kimseleri elbette affederim" buyrulan Tâhâ sûresi seksen ikinci âyet-i kerîmesini okudu. Beni bırakıp uzaklaştı. Kendi kendime; "Bu genç yüksek bir velî olmalı, ikinci defa ismimi ve kalbimdekini bildi." dedim.
Başka bir konak yerinde yine onu gördüm. Bir kuyunun başında, elindeki kısa ipli kova ile su çıkarmak istiyordu. Kova suya düştü. Ellerini kaldırıp; "Yâ Rabbî! Sen benim Rabbimsin, su aşağıdadır. Kuvvet sendedir, su içmek istiyorum." diye duâ etti. Kuyudaki su yükseldi. Elini uzatıp kovasını doldurdu. Abdest alıp dört rekat namaz kıldı. Bir kum yığınına doğru gitti. Eliyle kumları kovanın içine döktü. Çalkalayıp içti. Yanına gidip selâm verdim. Selâmımı aldı. "Hak teâlânın sana ihsân ettiği nîmetlerin fazlasından bana da tattır."dedim. "Hak teâlânın nîmetleri açık veya gizli her zaman bize gelir. Hak teâlâya hüsn-i zanda bulun!" deyip, kovasını bana verdi. İçinde kavrulmuş buğday ile şeker vardı. Kovanın içine koyup çalkaladığı kum onun kerâmeti ile yiyecek hâline gelmişti. Ondan daha lezzetli bir şey yememiştim, yedim ve doydum. Mekke'ye gelinceye kadar onu bir daha göremedim. Mekke'de gece yarısı namaza durmuştu. Tam bir huşû ile inleyip ağlardı. Bütün gece böyle devâm etti. Sabah oldu. Namaz kılıp tavaf edip dışarı çıktı. Arkasında hizmetçiler vardı. İnsanlar etrafına toplandılar. "Bu zât kimdir?" diye sordum. "Mûsâ bin Câfer bin Muhammed bin Ali bin Hüseyin'dir" dediler. "Yolda bu zâttan şöyle şöyle acâib hâller gördüm" dedim. "Bu hâller bu seyyid için acâib değildir dediler."
Onu seven Hâlid ez-Zabbâlî şöyle anlatıyor: Halîfe Mehdî, İmâm Kâzım'ı ilk defâ çağırmıştı. Mûsâ Kâzım, bana, yol hazırlığı için çarşıdan bâzı şeyler almamı buyurdu. Yüzüme baktı ve; "Seni üzüntülü görüyorum, ne oldu?" diye sordu. Ben de; "Niçin üzülmeyeyim, bir zâlimin yanına gidiyorsunuz, sonunuzun da ne olacağı belli değildir." dedim. "Hiç korkma, falan ay, falan günde geri döneceğim. Akşamleyin beni beklersin." buyurdu. Ay ve günleri sayıyordum. Buyurduğu gün geldi. Güneş batmasına az kalmıştı. Kimse gelmedi. Şeytan da içime vesvese düşürdü. Kalbimde bir şüphe uyanmasından korkuyordum. Çok sıkıldım. O sırada Irak tarafından bir karaltı göründü. Mûsâ Kâzım hazretleri bir katıra binmişti. "Ey falan!" diye seslendi. "Buyurun efendim buradayım" dedim. "Az kalsın, kalbine şüphe geliyordu değil mi?" buyurdu. "Evet öyle olacaktı." dedim. Sonra; "Allahü teâlâya hamd olsun ki, bu zâlimden kurtuldun." dedim. "Beni bir daha oraya götürecekler o zaman kurtulamayacağım." buyurdu.
Menkıbeleri çeşitli kitaplarda toplanmıştır. Nûr-ul-Ebsâr da anlatılan menkıbelerden bâzıları şunlardır:
Hârûn Reşîd, bir gün veziri Ali bin Yektîn'e çok güzel elbiseler hediye etmişti. Bunlar arasında, siyah ibrişimle dokunmuş, altın yaldızlı gömlek en iyisiydi. Pâdişâhlara mahsus bir elbiseydi. Ali bin Yektîn, Mûsâ Kâzım hazretlerini çok sevdiği için bir mikdar daha mal ilâve ederek hepsini Mûsâ Kâzım'a gönderdi. Gömlekten başka bütün hediyeleri kabûl ettiler. Gömleği geri gönderip, bunu saklamasını, bir gün lâzım olacağını söylediler. Bir gün Ali bin Yektîn, kölelerinden birine kızıp kovdu. O köle, Hârûn Reşîd'e gidip; "Benim efendim Mûsâ Kâzım'ı imâm edinmiştir. Ona çok mal gönderiyor, hattâ sizin ona ikrâm ettiğiniz ibrişimli altın yaldızlı gömleği bile hocasına gönderdi." dedi. Hârun Reşîd, kızıp, Ali bin Yektîn'i çağırttı; "Sana giydirdiğim gömleği ne yaptın?" diye sordu. Ali bin Yektîn; "Bendedir ey müminlerin emîri!" dedi. Hârûn Reşîd, hemen getirmesini istedi. O da kölelerinden birisini çağırıp; "Benim sarayımda falan odaya git, anahtarını falandan iste, odada bir sandık vardır. Kapağını aç, içinde mühürlü bir kutu göreceksin. O kutuyu getir" dedi. Kölesi derhal kutuyu getirdi. Kutuyu açınca, içindeki gömleği gördüler. Güzel kokular da sürülmüştü. Hârun Reşîd'in öfkesi geçti. Ali bin Yektîn'e; "Bunu yerine gönder, hatırını da hoş tut! Bundan sonra senin hakkında söylenen sözlere aldırmam. Bu elbise yanında olmasaydı, seni cezâlandıracaktım. Fakat işin doğrusu meydana çıktı. Bundan sonra, bir şeyi araştırmadan hakkında hüküm vermeyeceğim" dedi. Başka hediyeler ve ihsânlarda bulunarak gönderdi. Fesatlık yapan köleye de gereken cezâsı verildi.
İshâk bin Ammâr şöyle anlatıyor: "Mûsâ Kâzım, Hârun Reşîd tarafından hapsedildiği zaman, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin iki talebesi olan Ebû Yûsuf ile Muhammed Şeybânî ziyâretine gitmişlerdi.Maksadlarından biri de ilmi hakkında bilgi sâhibi olmaktı. İlminden sorup denemek istiyorlardı.Tam o sırada hapishânenin nöbetçisi yanına geldi ve; "Ey mübârek efendim, bugünkü nöbetim bitti. Yarın dönüşümde, bir ihtiyâcınız varsa, getireyim" dedi. İmâm-ı Mûsâ Kâzım; "Bir ihtiyâcım yoktur." dediler. Sonra, Ebû Yûsuf ile MuhammedŞeybânî'ye dönerek; "Ben bu adama hayret ediyorum. Yarın döneceğini zan ediyor ve ihtiyaçlarımı soruyor. Halbuki onun eceli gelmiştir ve yarın ölecektir" buyurdular. İmâm-ı A'zam hazretlerinin iki talebesi de Mûsâ Kâzım'ın böyle söylemesine hayret ettiler ve; "Biz, bu zâtı, zâhirî ilimlerden imtihan etmek istedik. Bu ise, bâtınî ilimden bize haber veriyor. Bu sözünü deneyelim" diyerek kalkıp gittiler. Adamın evine yakın bir yere nöbetçi koydular ve ona; "Bu evde bir şey gördüğün zaman, gelip bize haber ver!" dediler. Gece yarısında evde bir ağlama sesi yükselmeğe başladı. Nöbetçi gelip hemen haber verdi. İmâm-ı Ebû Yûsuf ile Muhammed Şeybânî geldiği zaman ev sâhibinin öldüğünü gördüler. Mûsâ Kâzım hazretleri için olan hayretleri ve onun büyüklüğü hakkında zanları bir kat daha arttı.
Muhammed bin Abdullah el-Bekrî anlatıyor: "Borç istemek için Medîne-i münevvereye gelmiştim. Bana bu hususta yardımcı olabilecek bir kişiyi çok aradım fakat bulamadım. En sonunda yorulup, kendi kendime: Ebü'l-Hasan Mûsâ bin Câfer'e gitsem, durumumu ona anlatsam, iyi olur. Belki bir şeyler elde ederim, diye düşündüm. Kararımı verip, Negamâ denilen yerdeki bahçesinde onu buldum. Beni görünce küçük bir hizmetçisi ile yanıma geldi. Elinde bir kalbur, kalburun içinde hurma vardı. O ve ben hurmadan yedik. Sonra bana bir ihtiyâcım olup olmadığını sordu. Ona durumumu olduğu gibi anlattım. Bunun üzerine içeri girdi. Az sonra yanıma geldi. Hizmetçisine sen git dedi. Elini elime uzattı. Bana içinde üç yüz dinâr olan bir kese verdi ve kalkıp gitti. Sonra bineğime binip, oradan ayrıldım."
Mûsâ Kâzım hazretleri çok cömert idi. Birisi ona devamlı içerisinde dinâr bulunan keseler gönderiyordu. Bu keselerin içerisinde, bâzan üç yüz, bâzan dört yüz, bâzan iki yüz dinâr bulunuyordu. Mûsâ Kâzım hazretleri eline geçen bu dinâr keselerini yanında biriktirmez, onları Medîne-i münevvere fakirlerine dağıtırdı.
Kızkardeşi onu şöyle anlatır: "O yatsı namazını kıldığı zaman, Allahü teâlâya hamd eder ve duâ eder, bu hâli gece bitinceye kadar devâm ederdi. Gece bitince, tekrar kalkar, sabah namazını kılardı. Sonra, bir mikdar, zikir ile, Allahü teâlâyı anmakla meşgûl olur, bu durumu güneş doğuncaya kadar devam ederdi. Sonra, Kuşluk vaktine kadar oturur. Daha sonra hazırlanır, dişlerini misvaklar, zevâl öncesine kadar uyurdu. Uykudan uyanınca, abdest alır, ikindiye kadar namaz kılar, namazı bitirince, kıbleye doğru dönerek, akşam namazına kadar Allahü teâlâyı zikrederdi. Sonra tekrar, akşam ile yatsı arası namaz kılardı. Bu onun hergünkü âdeti idi."
Mûsâ Kâzım hazretleri,Resûlullah efendimizin yüksek nesebine sâhib olan Ehl-i beytin en büyüklerindendir. Nurlu kalbine akıp gelen ilmin ve feyizlerin çokluğu, akıl ve dil ile anlatılamaz. İnce mârifetleri bildiren sözleri, nükte ve latîfeleri çok meşhûrdur. Hikmetli sözlerinden biri şöyledir. Buyurdular ki: "Arkadaşlık ettiğin biri, önceleri hâli hâline uyar, sonraları kalbine sıkıntı verirse, hemen kendine bak! Kendi eğriliğini anlarsan, hemen tövbe et. Doğru olduğunu anlarsan, bilesin ki, o arkadaşın yoldan sapmıştır. Bu durumda dur, biraz düşün. Hemen ondan ayrılma! Onu yalnız başına bırakma.Cenâb-ı Hak tarafından bir düzelme gelinceye kadar bekle."
Rivâyet edilir ki, Mûsâ bin Câfer el-Hâşimî (Mûsâ Kâzım) hazretleriMescid-i Nebevî'ye girip, gecenin ilk vaktinde secdeye vardı. Sabaha kadar secdede şöyle dediği duyuldu: "Yâ Rabbî! Günahım çok, fakat senin affın büyük."
EVİN YIKILDI
Mûsâ Kâzım hazretlerini sevenlerden Medâin şehrindeki Îsâ isminde bir zât şöyle anlatıyor: Hacca gitmiştim. O sene Mekke'de kaldım. Sonra, bir sene de Medîne'de kalayım diyerek oraya gittim. Musallâ denilen yerde Ebû Zer-i Gıfârî hazretlerinin evi yanında bir yer kirâladım. Orada devamlı Mûsa Kâzım'ın ziyâretine gidiyordum. Yağmurlu bir geceydi , yanında oturuyordum. Birdenbire, bana; "Ey Îsâ, kalk evine yetiş! Evin, eşyâlarının üzerine yıkıldı." dediler. Koşarak evime geldim. Baktım ki, gerçekten ev yıkılmış, eşyâlar altında kalmıştı. Birkaç işçi tuttum. Bütün eşyâlarımı noksansız enkâz altından çıkardım. Yalnız abdest almak için kullandığım ibriğim kayboldu. Ertesi gün İmâm-ı Mûsâ Kâzım'ın yanına geldim. Bana; "Eşyâlarından kaybolan bir şeyin var mı?" diye sordular. Ben de; "Hayır efendim, yalnız abdest ibriğim kayıp!" dedim. İşte o zaman başlarını aşağıya indirip gözlerini yumdular. Bir müddet bekledikten sonra, başlarını kaldırıp bana dediler ki: "Sen bir gün önce ev sâhibinin helâsına gitmişsin ve orada unutmuşsun! Şimdi git, ev sâhibinin hizmetçisinden iste, sana versinler." Ben de hemen koşarak geldim. Ev sâhibinin hizmetçisinden ibriğimi isteyince, getirip teslim etti.
NE KADAR ZARARIN VAR
Yahyâ bin Hasan anlattı: "Medîne-i münevverede birisi Mûsâ Kâzım hazretlerine eziyet edip kırıcı sözler söylüyordu. Onu sevenler, ona devamlı; "Bize izin ver, şuna haddini bildirelim." diyorlardı. Fakat Mûsâ Kâzım hazretleri böyle bir işe teşebbüsten onları şiddetle men ediyordu. Bir gün, kendisine hakârette bulunan şahsın nerede olduğunu sordu. Medîne-i münevverenin civârında bir yerde olduğunu söylediler. Mûsâ Kâzım, bineğine binerek, onun tarlasının olduğu yere gitti ve orada buldu.Tarla'ya katırı ile girdi. O şahıs, tarlaya basma diye bağırdı. Mûsâ Kâzım onun yanına kadar geldi. Yanına oturdu. Ona; "Ne kadar zararın oldu?" deyince, o şahıs; "Yüz dinâr." deyip; "Sen kaç dinar umuyordun?" diye sordu. Mûsâ Kâzım "Bilmiyorum. Gaybı ancak Allahü teâlâ bilir. Ne kadar, zarara uğradığını bilmediğim için sana; "Ne kadar zararın olduğunu tahmin ediyorsun?" diye sordum." Bu söz üzerine o şahıs; "Öyleyse, iki yüz dinâr istiyorum" dedi. Mûsâ Kâzım ise ona üç yüz dinâr verdi. Mûsâ Kâzım'a daha önce hakâretlerde bulunan o şahıs, bu cömertlik ve ihsân karşısında hayran kaldı. Kalkıp, Mûsâ Kâzım hazretlerinin başını öptü ve sonra birbirinden ayrıldılar. Mûsâ Kâzım oradan ayrılınca, Mescid-i Nebevî'ye (Resûlullah efendimizin mescid-i şerîfine) gitti. Yine orada o şahısla karşılaştı. Fakat kendisini seven yakınları onu orada görünce, hemen üzerine yürümek istediler. Fakat Mûsâ Kâzım hazretleri onlara; "Hangisi hayırlı; sizin yaptığınız mı, yoksa benim istediğim mi? Ben ona yakınlık göstermek sûretiyle ıslâh olmasını düşünmüştüm" dedi.
İmam Musa Kazım (R.A.)dan bazı sözler:
. Dedem Hz. Ali buyurdular: "Meclisin başında ancak üç sıfata sahip olan kimse oturabilir: Bir şey sorduklarında cevap veren, halkın söz bulup konuşamadığı zaman konuşan, mecliste oturanların maslahatına uygun olan görüşü ortaya koyan. Bu üç sıfattan birine sahip olmaksızın meclisin başında oturan kimse ahmaktır."
• Dedem Hz. Ali buyurdular, "İhtiyaçlarınızı karşılamak istediğinizde ehlinden isteyin." "Ya Ali, ehli kimlerdir?" diye sorulduğunda buyurdular: "Allah’ın, Kur’anda beyan ettiği kimselerdir." Allah buyuruyor ki: "Hiç şüphesiz temiz akıl sahipleri öğüt alıp düşünmektedir." (97)
• Dedem İmam Zeynel Abidin buyurdular : "Salih kimselerle oturmak insanı doğruluğa götürür, alimlerin adabına uymak aklı çoğaltır, adil yöneticilere itaat etmek izzetin kemalidir; (ticaretle) malını artırmak ise yiğitliğin kemalidir. İstişare edene doğru yolu göstermek nimetin hakkını eda etmektir.
• Dedem Hz. Ali ashabına buyurdular “Gizlide ve açıkta Allah’tan korkmayı, sevinç ve gazap halinde adaletli olmayı, fakirlik ve zenginlikte ticaret yaparak mal kazanmayı size tavsiye ediyorum. İlişkisini kesenle ilişki kurun. Zulmedeni affedin. Mahrum kalana bağışta bulunun. Bakışınız ibret, susmanız fikir, sözünüz zikir ve tabiatınız da cömertlik olmalıdır.
• Dedem İmam Zeynel Abidin buyurdular : Yeryüzünün, doğusunda ve batısında, denizinde ve karasında, ovasında ve dağında bulunan güneş ışığının ulaştığı şeylerin hepsinin, Evliyaların yanındaki değeri, öğleden sonra oluşan ve çabuk kaybolup giden gölgeye benzer."
• Dedem İmam Zeynel Abidin buyurdular "Bu dünyayı ehline bırakacak hür bir kişi yok mudur? Canınızın değeri ancak cennettir; öyleyse onu başka bir şeye satmayın. Kim Allah’ın nimetlerinden sadece dünyaya razı olursa değersiz bir şeye razı olmuştur."
• Akıllı kimse, isteğine uygun olsa bile yalan söylemez
• Resulullah’ın kılıcının kabzasında şöyle yazılmıştı: Allah katında, insanların en çok haddi aşıp isyan edeni, (kısasta) vurandan başkasını vuran ve katilden başkasını öldüren kimsedir.
• Zamandan ve ehlinden öğüt al. Çünkü zaman hem kısadır, hem de uzun. Dünyanın geleceği geçmişine benzer; öyleyse ondan ibret al.
• Bütün insanlar yıldızları görür; ama yıldızların rotası ve dönüş yerlerini bilenden başkası onlara bakıp kendi yolunu bulamaz. Böylece sizler de hikmet öğreniyorsunuz, ama onunla amel edenlerden başkası hidayete erişemez.
• Hz. İsa (Mesih) buyurdular: " İmanın tadına varmanız ve meyvesinden yararlanmanız için onu halis ve kâmil hale getirin. Şu söylediğim bir gerçektir ki, eğer karanlık bir gecede katran yağı ile yanan bir çıra bulsanız onun kötü kokusu, ışığından yararlanmanızı engellemez. Böylece hikmeti de kimde bulursanız onu alın, o adamın ona rağbetsiz olması size engel olmamalıdır.
• Ahiret şerefine ancak sevdiğiniz şeyleri terketmekle nail olabilirsiniz. Tövbe etmek için yarını beklemeyin. Çünkü yarından önce bir gece ve gündüz vardır; Allah’ın kaza ve kaderi her gece ve gündüz caridir. Şu söylediğim bir gerçektir ki: Borçlu olmayan, borçlu olandan -borcunu iyi bir şekilde ödeyebilse dahi- daha huzurlu ve kaygısızdır. Bunun gibi günah işlemeyen kimse de günah işleyenden, her ne kadar halis tövbe edip Allah’önse dahi daha çok huzurludur. Küçük günahlar Şeytan’ın tuzaklarındandır. Şeytan, günahlarınızın toplanması ve ardından sizi kuşatması için onları gözünüzde küçük ve basit gösterir.
• İnsanlar hikmet hususunda iki kısımdır: Biri onu diliyle iyice açıklar ve ameliyle de tasdik eder; diğeri ise diliyle onu iyice ortaya koyarken kötü ameliyle onu zayi eder.
• İncil’de şöyle yazılmıştır: "Birbirlerine acıyanlara ne mutlu; onlar kıyamet günü rahmete uğrayacak olanlardır. Halk arasında arabuluculuk yapanlara ne mutlu; onlar kıyamet günü Allah’a yakın olan kimselerdir. Kalpleri temiz olanlara ne mutlu; onlar kıyamet günü muttaki olan kimselerdir. Dünyada tevazu edenlere ne mutlu; onlar kıyamet günü sultanlık kürsüsüne çıkan kimselerdir."
• Hayâ imandan kaynaklanır; iman da cennettendir. Çirkin söz ise haksızlıktan kaynaklanır, haksızlık ise cehennemdendir.
• Konuşmacılar üç kısımdır: Kâr eden, salim kalan ve helak olan. Kâr eden, Allah’ı zikir eden kimsedir; salim kalan, susan kimsedir; helak olan da batıla dalan kimsedir. Allah çirkin söz söyleyen, kötü dilli olan, söylediğine ve söylenilenlere itina etmeyen hayâsız kimselere cenneti haram kılmıştır.
• Korku ve ümit içerisinde olmayan, mü’min değildir. Korktuğu ve ümit ettiği şey için çalışmayan da korku ve ümit içerisinde değildir.
• Bedenin aydınlanması göze bağlıdır. Göz aydın olursa bedenin hepsi aydın olur. Ruhun aydınlanması da akla bağlıdır; kul akıllı olursa Rabbini tanır ve Rabbini tanıdığında da dinini öğrenir; Rabbini tanımazsa dini de kalmaz. Bedenin ancak ruh ile ayakta kalması gibi din de ancak halis niyetle kalıcı olur. Halis niyet de ancak akıl ışığıyla sebat bulur.
• Ziraat yumuşak yerde yapılır; kayanın üzerinde değil. Hikmet de mütevazi kalpte yerleşir ve hayatını sürdürür; kibir kalpte değil. Allah, tevazuyu aklın, kibiri de cehaletin nişanı kılmıştır. Allah, tevazu etmeyeni alçaltır, tevazu edeni ise yüceltir.
• Yaşantı ancak iki kişi için hayırlıdır: "Dinleyip anlayana ve konuşan alime."
• Allah, Hz. Davud’a şöyle vahyetti: "De ki, benimle kendi aralarında dünyaya aldanmış bir alimi vasıta kılmasınlar.
• Dostlarına karşı kibirlenmekten ve onlara ilmin ile övünmekten sakın. Zira böyle yaparsan Allah sana gazap eder. Allah’ın gazabından sonra da artık ne dünyanın sana faydası olur ve ne de ahiretinin. Dünya hayatında, oturduğu ev kendisine ait olmayan ve her an için göç etmeyi bekleyen kimse gibi ol.
• Akıllı adam, sevilmeyecek bir iş yaptığında Allah’tan utanmalı ve Allah ona bazı nimetler tahsis ettiğinde de başkalarını onda ortak kılmalıdır.
• İki iş karşına çıkar da hangisinin daha hayırlı ve daha doğru olduğunu bilmezsen, onlardan hangisinin heva ve hevesine daha yakın olduğuna bak ve ona muhalefet et; çünkü doğru işlerin çoğu, heva ve hevese muhalif olan şeylerdir.
• Allah kime üç şeyi ikram ederse, ona lütfetmiştir: "Heva ve hevesinin hakkından gelecek akıl, cehaletini yenecek ilim, fakirlik korkusuna yetecek zenginlik.
• İnsanlar dört kısımdır: Heva ve hevesine uyan kararsız kişi; ilmi arttıkça kibri artan, ilmi ve okumasını kendisinden aşağıdakilere bir üstünlük ve imtiyaz vesilesi kılan kimse; ibadetleri kendisinden az olanları tahkir eden ve başkaları tarafından saygı görmek isteyen cahil abid; hak yolunu tanıyan, o yolda kıyam etmek isteyen fakat çeşitli nedenlerden dolayı aciz veya mağlub olan, ilmiyle amel etmeye gücü yetmeyen ve bu durumla da daima mahzun ve kederli olan basiret sahibi alim; işte bu, zamanının en faziletli ve üstün kişisidir.
• Çok gam, ihtiyarlık getirir.
• Acelecilik, cehaletin ta kendisidir.
• Emaneti eda etmek ve doğruluk, rızık getirir. Hıyanet ve yalan, fakirlik ve nifak doğrur.
• Zındık, Allahı ve Resulünü inkar eden yani Allah'a ve Resul'üne düşmanlık eden kimselerdir.
• İlk zındık olan şeytandır. Hz. Adem’e karşı kibirlenip şöyle dedi: "Ben ondan daha hayırlıyım, beni ateşten halkettin, onu ise balçıktan (99) yarattın" (100). Şeytan, Rabbinin emrinden çıkıp mülhid oldu. Ve onun soyu bu ilhadı, kıyamete kadar birbirlerinden miras aldılar."
• Allah’ı tanıyan kimsenin, Allah’ı rızık vermeyi geciktiren bilmemesi, kaza ve kaderinde de O’nu suçlamaması gerekir.
• Mü’min, iman ve bela açısından terazinin iki kefesi gibidir; imanı arttıkça belası da çoğalır.
• Kim Allah’ın künhü hakkında konuşursa helak olur. Kim riyaset talep ederse helak olur. Kim de bencilliğe kapılırsa helak olur.
• Üç şey gözü aydınlatır: Yeşilliğe bakmak, akar suya bakmak ve güzel yüze bakmak.
• Güzel komşuluk, komşuya eziyet etmemek değildir; güzel komşuluk, eziyete tahammül etmektir.
• Kendinle kardeşin arasındaki saygınlığı yok etme; ondan birazını baki bırak. Çünkü saygınlığın yok olması, hayânın yok olmasıdır.
• Zulümün hakka galip olduğu zamanda hiç kimsenin başka birisine, -onda iyilik görmedikçe- iyi zanda bulunması doğru değildir.
• Eşin ve küçük çocuk hariç diğer hiçbir kimsenin ağzından öpmek câiz değildir.
• Zamanınızı dörde ayırmaya çalışın: Bir bölümünü Allah’la münacat etmeye, bir bölümünü geçiminizi sağlamaya, bir bölümünü ayıplarınızı size bildiren kardeşlerinizi ve gönüllerinde size karşı samimiyetleri olan güvenilir insanları ziyaret etmeye ve bir bölümünü de haramlar dışındaki zevklere ki, bu (sonuncu) bölümle, diğer üç bölümü yapmaya kadir olursunuz.
• Yiğitliği lekelemeyecek ve israf da olmayacak miktarda helal şeylerden yararlanmakla dünyadan kendiniz için bir pay ayırın; bunu da dini işleriniz için yardımcı kılın. Çünkü şöyle bir hadis nakledilmiştir: "Kim dünyasını, dini için veya dinini dünyası için terkederse bizden değildir."
• İnsanlar, önceden yapmadıkları yeni günahlar icat ettikçe Allah da onlara tanımadıkları yeni belaları musallat eder.
• Yönetici adil olduğunda, onun Allah katında mükâfatı olur; senin de şükretmen gerekir. Yönetici zalim olduğunda da onun günahı olur; senin de sabretmen gerekir.
• Ebu Ahmed el-Horasani, İmam Kâzım’a sordu : "Küfür mü daha kadimdir, yoksa şirk mi? " İmam buyurdular ki : Küfr, şirkten daha kadimdir; ilk kâfir olan, İblis’tir. Nitekim Kur’an şöyle buyuruyor: "(Şeytan) secde etmekten çekindi, tekebbür etti ve kâfirlerden oldu." Küfür bir şeydir; ama şirk, birini (yani Allah’ı) isbat ederek diğerini O’na ortak koşmaktır."
• İmam Kazım, iki kişinin birbirlerine sövdüğünü görünce şöyle buyurdu: "Sövmeyi ilk başlatan daha zalimdir; kendi günahı ve arkadaşının günahı -mazlum olan kendi haddini aşmadıkça- onun üzerinedir."
• Güçsüze yardım etmen en iyi sadakadır.
• Zulmün zorluğunu, (ancak) zulme uğrayan kimse anlar.
1) Câmi'u Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.269
2) Vefeyât-ül-A'yân; c.5, s.308-310
3) Tabakât-ıİbn-i Sa'd; c.3, s.244
4) Hadâik-ul-Verdiyye; s.40
5) El-A'lâm; c.7, s.321
6) Nûr-ul-Ebsâr; s.142, 148
7) Târih-i Bağdâd; c.13, s.27
8) Sıfat-üs-Safve; c.1, s.103
9) Mîzân-ül-İ'tidâl; c.3, s.201
10) El-Bidâye ven-Nihâye; c.10, s.183
11) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.10, s.340
12) Kâmûs-ul-A'lâm; c.6, s.4478
13) Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1126
14) Eshâb-ı Kirâm; (6. Baskı) s.364
15) Şevâhid-ün-Nübüvve; cüz 7, s.19
16) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.2, s.321
KAYNAKLAR
1) Câmi'u kerâmât-il-evliyâ; cild-2, sh-269
2) Vefeyât-ül-a'yân, cild-5, sh-308-310
3) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; clld-3, sh-244
4) Hadâikul-verdiyye; sh-40
5) El-A'lâm; cild-7, sh-321
6) Nûr-ul-ebsâr; sh-142
7) Târîh-i Bağdâd; cild-13, sh-27
8) Sıfat-üs-safve; cild-1, sh-103
9) Mîzân-ül-i'tidâl; cild-3, sh-201
10) El-Bidâye ven-Nihâye; cild-10 sh-183
11) Tehzîb-üt-tehzîb cild-10, sh-340
12) Kâmûs-ul-a'lâm cild-6, sh-4478
13) Se'âdet-i Ebediyye; sh-1049
14) Eshâb-ı Kirâm; sh-364
15) Şevâhid-ün-nübüvve; cüz 7 sh-19